Gibb’in Osmanlı Şiiri Tarihi adlı büyük eserine yazdığı uzun mukaddimesi bu şiirin temel kavramlarına ansiklopedik mahiyette açıklamalar getirmesinin yanında yüzyıldır bitip tükenmeyen klişelere de kaynaklık ediyor.
İngiliz şarkiyatçı, E. J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiiri Tarihi adlı eserini, ortalama İngiliz okuruna Türk şiirini öğretmek için yazdığını söylediği hâlde, bu eserin Türk aydını ve edebiyatçıları ile sonraki tarihlerde akademisi nazarında büyük ilgiyle karşılanması şaşırtıcıdır. Türk edebiyatına epey uzak bir coğrafyadan, bu coğrafyaya adımını atmadığı hâlde altı asırlık bir edebiyatın tarihini yazacak dil bilgisine ve dikkate sahip olması bu teveccühün en büyük kaynağı olmalı. Bunun dışında Gibb’in Türk şiirine dair tespit ve iddialarının kendisinin de belirttiği üzere ortalama İngiliz okuyucusuna rehberlik edecek değerden ötede bir anlam ifade etmediği görülmelidir. Üstelik, kendisinden sonraki dönemde klasik Türk şiirine dair klişeleşen ne kadar yargı varsa bunlara Gibb alet olmuştur. Ona göre Osmanlı-Türk şiiri diye bir şiir yoktur. Bu şiir biçim özelliklerinden muhtevasına kadar İran taklididir. Türk şairleri, İranlı şairleri bütün imajları ile Farsçayı da kelime kadrosu ile sahiplenmişlerdir. Türk şiirinde bir özgünlük aranacaksa bunu 19. asrın reformcu şairlerinde bulmak mümkündür. Gibb, büyük bir muhabbetle Türk şiir tarihini araştırmaya yöneldiğini dile getirse de onun zihni tipik bir oryantalist gibi işler, malzemesi olan Türk kültürü, kimliği ve edebiyatını Batıya yönelmeye hatta benzemeye başladıktan sonra itibara değer görür. Gibb, kırklı yaşlarının başında eserinin tamamının yayımlanmasını göremeden ölmüştür. Kısa sayılabilecek ömrü içinde Osmanlı topraklarına, İstanbul’a ayak basmamıştır. Çünkü “müstebit” padişah II. Abdülhamid tahttadır. Gelirse, dostları ile görüşmesi mümkün olmayacaktır. Ona belli ki Türkiye’den yazmaları taşıyan birileri olmuştur. Gibb’in Londra’da yaşayan Türk dostları arasında Londra sefaretinde müsteşar ve Cambridge Üniversitesi’nde hoca olan Halil Hâlid ile yine diplomatlıkla Londra’da bulunan Abdülhak Hâmid gibi isimler vardır. İkisi de Osmanlı Şiiri Tarihi’nin mukaddimesinin yazılması sırasında Gibb’e rehberlik etmişlerdir.
Osmanlı Şiiri Tarihine Giriş, Türk edebiyatı tarihiyle ve klasik Türk şiirinin kavram dünyasıyla tanışmış herhangi bir okurun sahip olduğu bilgilerden ötede maddî bir bilgi sunmaz. Bu mukaddimenin önemi, Gibb’in Türk şiirinin yüzyıllar boyunca İran şiirinin güdümünde ve gölgesinde irileştiğini iddia etmesinden gelir. Kitapta Müslüman şairlerin dünya tasavvuru, kainatın yaratılışı, tasavvufun yarattığı insan modeli, İslam felsefesinin temel şablonik yapısı ile verilir. Bu, esasında klasik Türk şiirini anlamak için anlatılması gereken bir sistemdir. Kitapta bunun dışındaki kısımlar nazım şekilleri ve belagatın ayrıntılarına ayrılmıştır. Gerçekten de İngiliz okur, bu şiirin ne olduğunu görebilsin diye Gibb, beyit kavramını açıklamaya kalkacak kadar ansiklopedik bilginin peşindedir. Klasik Türk şiirinin enstrümanlarını burada bir el kitabı gibi anlatır.
KLİŞELERİN KAYNAĞI
Gibb, kendisinden sonra Osmanlı şiirine bakışta klişe hâline gelen ve nitelikli okur ve aydınlar arasında itibar edilmeyen ne kadar iddia varsa kitabına yığmıştır. Buna göre Türkler, İran şiiriyle karşılaştıklarında, Farslar, Arap şiirinden aldıkları tasavvufî şiiri tam olarak olgunlaştırmışlardır. Osmanlı şairleri, mutasavvıf şairleri oldukları gibi kabul ederek şiire başlamışlardır. Türkler, şiirde millî duygunun bulunabileceğini tahayyül etmemişlerdir. Şiir, onlar için tek ve bölünmez bir şeydir. Şiirin hangi lisanda yazıldığı sadece bir ayrıntıdır. Gibb’e göre İran şiiri Yunan mitolojisindeki Gorgon’a benzer. Gorgon, kitabın çevirmeninin verdiği bilgiye göre, kendisine bakıldığında, bakan kişiyi taş kesen yılan saçlı üç kızkardeşten biridir. Gibb’e göre bu şiir, halka kapalıdır. Özel bir eğitim almadan bu şiiri anlamak mümkün değildir. Şairler kendileri için ya da saray için yazmışlardır. İnsanı ilahî aşka götüren en elverişli beşerî aşk, kadına değil genç bir erkeğe duyulan aşktır. Çünkü aşığı bencillikten bu kurtarır. Yine de Gibb, daha âdil olmak adına bu klişe dediğim iddiaları ortaya koymanın kolay olduğunu ancak bu şiirin estetik tarafını anlatmanın bu kadar kolay olmadığını söyler. Eski şairlerin her şeyden önce üslupçu olduklarını, onlar için ifade tarzının konudan önce geldiğini vurgular.
KÖPRÜLÜ’NÜN BAKIŞI
Osmanlı şiir tarihini Ahmed Paşa ile başlatır. Bâkî, Nâbî ve 18. asır ile 19. asrın ilk yarısındaki şairlerle Türk şiirini dört döneme ayırır. Burada gerçekte son derece alçaltıcı bir iddiada bulunur ve İran’da iyi şair kalmadığı için Türk şiiri Farsçadan uzaklaşmıştır der. Ama aynı durum Batı şiirine dönünce taklitçilik değil gözün açılması olarak tarif edilir. Ona göre modern ekolün liderleri, Farsçanın verimsizleştiği zaman geldiğinde kabiliyetlerini harcamamakla çok iyi yapmışlardır. Mesela Recaizade Ekrem, Talim-i Edebiyat’ı yazarak eski şark sanatının ölümünü ilan etmiştir. Modern zamanlara ait ciddiyet ve samimiyete uymadığı için eski sanatlar da, şiir anlayışı da reddedilmiştir. Eski ekol, İran şiirini yazmayı ve bunu Farsça kelimelerle ifade etmeyi amaçlamıştır. Hâlbuki yeni şairler ne Batı şiirini yazmak ne de yabancı tabirleri kullanmak amacındadır. Çünkü onlar batıya, neyi düşüneceklerini değil; neyi, nasıl düşüneceklerini öğrenmek için dönmüşlerdir. Gibb burada, Namık Kemal’in İntibah’ı, Ziya Paşa’nın terci ve terkib-i bendlerini görmemiş gibidir. Gibb, kitabı yazdığı dönemleri kastederek, kendi zamanının Ziya Paşa, Şinasi, Namık Kemal gibi reformcularının İran geleneğinden arta kalan bütün izleri terk ettiklerini söyler. Oysa, Namık Kemal, bu mektebe mensup şairler içinde şiire başlamış, hem biçim hem de bazı istisnalar dışında İslam geleneğine bağlı bir edebiyat üretmiştir. Ziya Paşa da birtakım felsefî düşünce hamlelerini şiirine taşısa da aciz ve ölümlü bir kul olduğunu meşhur bentlerinde vurgulamıştır. Bu isimler içinde sadece Şinasi’yi Gibb’in düşüncesine yaklaştırmak mümkündür. Türk şiiri, Gibb’e göre ilk defa bu dönemde tabiî ve şahsî olmuştur. Türk, İran tesirinden altı yüz sene önce yüzünü çevirdiği tabiata Batı sayesinde dönerek gerçek Türk şiirinin önünü açmıştır. O tarihlerde tabiatı Russo’dan ilhamla Türk şiirine getiren reformcu dediği şairler değil, Londra’da dostluk kurduğu Abdülhak Hâmid’dir. Gibb, bir arkadaşlık hikâyesi ile Türk şiirinin koskoca tarihine dair tarif ve tasnifte bulunur. Kendisi de aslında bunu gizlemez. Türk hayatının her yönüyle Avrupalılaşmasının önünü açan Hâmid Bey’in eseridir der.
Kitabın sonunda Halil Hâlid’in yazısının yanında Halide Edip’in de büyük mikyasta övgüye dayalı uzun bir Gibb değerlendirmesi vardır. Ancak ben, M. Fuad Köprülü’nün Gibb için neler dediğini daha çok merak ettim. Köprülü, bu esere pek iltifat etmemiş. Külliyatında Gibb’in eseri nerede geçse kıymetsiz, hatalı, sathî, ehemmiyetsiz, yanlış gibi sıfatlar da peşinden geliyor. Köprülü, bu eserin bir edebiyat tarihi olamayacağını da söylüyor. Sadece, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’da olumsuz bir ifade ile karşılaşmıyoruz ki Gibb’in söz konusu mukaddimesinde de tasavvuf bahsi epey ayrıntılıdır.