Türk tarihinin ve İslâm coğrafyasının en nâdide parçasını oluşturan İstanbul, kendisi kadar eklektik bir kimlik taşıyan müziğiyle başlı başına ele alınması gereken bir zenginlik içeriyor. İstanbul’un yüzlerce yıllık ahengini özellikle Osmanlı İmparatorluğu ve sonrasını mercek altına alarak detaylı bir şekilde ele alan Müzik İstanbul, okuyucu ile buluştu.
Medeniyetlerin temel yerleşim birimi olan her bir şehir, kendine has bir ahenge sahiptir. Bir şehri diğerlerinden ayıran bu kendine has ahengi, mimarisi, rengi, kokusu, müziği, lezzeti; bunların bütününde ortaya çıkan ortak zevki, estetiği, düşünüşü, kültürü hatta kişilik ve insani yapısı vardır. Şehirlerde olduğu gibi tüm kainat uyumlu sesler veren bir birlik durumundadır. Müzik ise kainattaki bu düzen ve ahenginnifadesidir. Endülüs’ten Çin’e ve Orta Afrika’dan Kafkaslar’a kadar geniş bir alana yayılan İslâm dünyasının, 13. yüzyıldan itibaren kurduğu mûsikînin teorik yapısı da mûsikîmiz ve kültürel köklerimize yönelik ilgi ve kavrayışımızı geliştirmemize güçlü bir referans oluşturur. Bu tarihin ve İslâm coğrafyasının en nâdide parçasını oluşturan İstanbul ise müziğin kendisi kadar eklektik kimliğiyle başlı başına ele alınması gereken bir zenginlik içerir. Toplumların kimliğinin anahtarı niteliğindeki müziğin, İstanbul atmosferinde kendine has bir seyri vardır ve “İstanbul Mûsikîsi” olarak adlandırabileceğimiz bu kavram, Osmanlı medeniyetini yansıtan biricik kültürel kodlardan biridir. “İstanbul Mûsikîsi”nin bu kendine has ve biricik seyri yeni bir yayınla, Müzik İstanbul eserinde anlatılıyor.
Hakan Dedeler tarafından hazırlanan ve Esenler Belediyesi Prof. Dr. Sadettin Ökten Şehir Düşünce Merkezi Yayınları arasından okuyucu ile buluşan Müzik İstanbul’un editörlüğünü Dr. Hasan Taşçı ve Cihan Dinar üstleniyor. Değerli bilim adamları ve müzik icrâcılarının katkılarıyla hazırlanan Müzik İstanbul, İstanbul özelinde müziğimizin serüvenini irdeliyor. Müziğimizin tarihinden teorisine, “insan-müzik-enstrüman” bağlamında değişen formlarından yeni müzik anlayışına kadar birçok başlıktaki makaleleriyle müzik hafızamıza katkı sağlıyor. Müzik İstanbul şehrin enstrüman, mûsikî ve bestekârlarını tanıtan kıymetli bir eser olarak öne çıkıyor. Çalışma; Tarih, Teori ve Eğitim, Bestekârlar ve Güftekârlar, Sazlar ve Sâzendeler, Halk Müziği, Dinî ve Tasavvufî Müzik, Avrupa Müziği ve Popüler Müzik olmak üzere 8 bölüm, 35 makale ve 996 sayfadan oluşuyor. Tarihin her döneminde kendine hayran bıraktırmayı başarabilen kadim şehir İstanbul’un tüm ahengini cömert bir şekilde okuyucuya sunuluyor.
Müziğin başkenti
Çalışma Neyzen, Doç. Dr. Süleyman Erguner’in “İstanbul ve Türk Musikisi” bahsi ile açılıyor. İstanbul’da Türk mûsikîsinin başlangıcı olarak Fatih’in kutlu fethi milat alınıyor. Fetih’ten sonraki dönemler Ergüner’in tasnifiyle; “Osmanlı Dönemi Türk Mûsikîsi” ve “Cumhuriyet Dönemi Türk Mûsikîsi” olarak iki ayrı başlıkta değerlendiriliyor. Fatih ve sonrası İstanbul’daki Türk mûsikîsi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânına olan 1923 tarihine kadar yaklaşık beş yüzyılı kapsıyor. Bu süreçte yaşamış, nazarî eserleriyle, besteleri ve icrâkârlıklarıyla mûsikîmize hizmet etmiş üstadların ortaya koyduğu eserler ve icrâlarıyla ortaya koydukları ve bizlere, günümüze emanet ettikleri mûsikî, genel başlığıyla Türk Mûsikîsi ve mekân anlamında ağırlıklı olarak İstanbul Mûsikîsi veya İstanbul’daki Türk Mûsikîsi olarak kabul ediliyor. Osmanlı İmparatorluğu döneminde “Doğu’nun Başkenti”nde Batı müziğinin serüveni ise yaklaşık 16. yüzyıla dayanıyor. Avrupa’nın müzik ve sahne sanatlarıyla ticârî, siyâsî, diplomatik ve kültürel temaslar vesilesiyle tanışan imparatorluk; 19. yüzyıl itibarıyla mevcut müzik branşlarına “Osmanlı-Batı Müziği”ni yeni bir söylem olarak ekliyor. Müziğin tüm branşlarıyla tek çatı altında kurumsallaşması ise sarayın gözetiminde kurulan “Muzıka-yı Hümâyûn” bünyesinde gerçekleşiyor. İstanbul, Sultan II. Mahmud’un hükümdarlığı yıllarından itibaren Osmanlı Batı Müziği’nin yürütüldüğü imparatorluğun ana merkezi olarak konumlanıyor.
İstanbul mabedlerindeki müzikal tınılar
Bir arada yaşama kültürünün en güzel örneklerine sahne olmuş bir şehir olan İstanbul’da fetih öncesinde olduğu gibi sonrasında da Musevilik, Hristiyanlık ve İslâm dinine mensup topluluklar, hoşgörüyle bir arada yaşamaya devam ediyor. Bu farklı inançlardaki toplulukların mâbedlerindeki ibadetleri esnasında okunan her türlü metnin müzikal tınılarında da elbette “benzerlik”ler meydana geliyor. Detaylı teknik incelemeler yapıldığında, liturjik (ayin usulü-erkânı) mânâda özellikle kutsal kitap metinlerinin makamsal üslûptaki okunuşu (tilâvet) esnasında bazı önemli farklar görülse de1 özellikle ilahilerde serbest ve usûlsüz üslûpla okunan melodik yapılarda kullanılan makamsal yaklaşımlar da bunlara ait ritmik dokularda ve usûller de özellikle vokal kullanım şekillerinde ve müzikal yazı bağlamında notasyon usûllerinde bazı teknik benzerlik noktalarının olması dikkat çekiyor.
İslâm dünyasının dinî mûsikî geleneği en güçlü kentlerinden İstanbul’daki büyük ve tarihi camilerde oluşan müzikal tınılar genellikle insan sesine dayalı olarak, çoğunlukla irticalen okunuyor. Müzikal karakteri, ibadete yönelik olup, çağrıştırdığı hisler bakımından dünyevî hazlardan olabildiğince uzaktır. Tavır ve üslûp açısından ağırbaşlı ve ruhanidir. Camideki müzikal icrâda amaç; iyi müzik yapmak değil, müminlerin ibadet etme süreçlerini desteklemek için kullanılan estetik bir araçtır. Yahudi dinî müziği formlarından özellikle sinagog ilahileri olan “zemirot” ve “maftirim”ler de kullanılan usûl, makam ve genel biçimsel karakterler açısından Türk din mûsikîsindeki “ilahi” formuyla önemli benzerlikleri bünyesinde barındırıyor. Özellikle İstanbul’da yaşayan Sefarad cemaati, dinî mûsikîlerini ifâde etmek için gerek yayınlarında gerekse söylemlerinde günümüzde en yaygın olan Türk Mûsikîsi terminolojisini tercih ediyor. Bu bağlamda Yahudi dinî müziğinde kullanılan makamların, Türk müziğindeki uşşak, rast, hüzzam, acemaşîran, sabâ, hicaz, hüseynî, suzinak ve nihâvent makamlarına benzeştiğini söylemek mümkün. İstanbul’da fetihten önce hâkim olan Rum Ortodoks toplumu da fetihten sonra her alanda olduğu gibi kültür ve sanat yaşantısında da Türk-İslâm medeniyeti ile yoğun bir etkileşim içine giriyor. Özellikle müzikal kültür bağlamında bu etkileşimin izlerini incelediğimiz zaman karşılıklı olarak ciddi anlamda bir alışveriş ortamının varlığından söz edilebilir. Öyle ki hâli hazırda herhangi bir Rum Ortodoks âyini “müzikal tını bakımından” incelendiğinde, âşinâ olduğumuz pek çok geleneksel nağmelere benzer unsurları içinde barındıran bir yapı olduğu kolaylıkla fark edilebiliyor.