“Evsizlik dünyanın kaderi olmaya doğru gidiyor” demişti Heidegger. 2015 yılında savaş, baskı, şiddet ve güvenlik nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalanların sayısı 65 milyonun üzerinde.
Suriye'de savaş nedeniyle ülke nüfusunun yarısından fazlası (12 milyon civarında) evini terk etti, terk edenlerin yarıya yakını mülteci konumunda. İçişleri Bakanlığı'na bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'nün 22.12.2016 tarihli verilerine göre ülkemizde “Geçici Koruma” kapsamında 2.814.631 Suriyeli bulunmakta. Bu sayının yaklaşık % 10'u 10 ildeki 23 “Geçici Barınma Merkezi'nde bulunurken % 90'ı İstanbul, Şanlıurfa, Hatay, Gaziantep yoğunluklu olmak üzere ülkemizin değişik illerinde yaşamlarını sürdürmekte. “Geçici Koruma” kapsamında veya yasal bir statüsü olmadığı halde ülkemizde kalan Suriyelilerin de varlığı dikkate alındığında ülkemizdeki sayının 3 milyonun üzerinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. “Geçici Koruma” kapsamında ülkemizde bulunan Suriyelilerin biyometrik verilerine bakıldığında yaklaşık üçte birinin eğitim çağında olduğu görülüyor. Buna okul öncesi ve yükseköğretim çağındakiler de katıldığında oranın daha da artacağı aşikâr.
Bu sayı sadece Suriye'deki dramın dehşetini gözler önüne sermiyor aynı zamanda bizim karşı karşıya olduğumuz sorunun büyüklüğüne ve karmaşıklığına işaret ediyor. Barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi pek çok alanda etkin ve işlevsel çalışmanın yürütülmesinde zaruret var. Nitekim devlet başta olmak üzere pek çok STK duruma ilişkin çalışma yürütmekte, mevcut durumla baş etmeye çalışmakta. AB'nin, küresel güçlerin ve pek çok bölge ülkesinin mültecilere ilişkin ahlak ve vicdan yoksunu yaklaşımı dikkate alındığında 3 milyonu aşan mülteciye ev sahipliği yapmak başlı başına önemlidir. Ancak “su-i misal emsal olmaz” kaidesi uyarınca başkasının yapmadıklarını göstererek yaptıklarımıza kanaat getiremeyiz. Sınırlarımızı açmış olmanın ötesinde bu büyük nüfusu belirli bir organizasyon dâhilinde yönetmek gibi bir sorumluluğumuz var. Esas itibariyle söz konusu sorumluluk temelde insan haysiyet ve onurunun korunması şeklinde olup yerli-mülteci ayrımını anlamsızlaştıran bir sorumluluktur. Bunun yanında Edward Said'in “kesintili bir var olma durumu” olarak değerlendirdiği göçerliği-sürgünü tüm komplikasyonlarını göz önünde bulundurarak ele almak durumundayız.
Mülteci olmanın turistik bir seyahat, iradi bir göçerlik olmadığı açık. Geride bırakmak zorundan kalınan ile belirsiz gelecek arasında kıstırılmış bugünde teyakkuz halinde ikamet etmeyi, titrek bir varoluşla yaşama tutunmayı ima eder. Stuart Hall'ın ifadesiyle göçerlik “tek yönlü bir yolculuktur, geri dönülecek bir “yuva” yoktur”, hatta gidilecek bir “yuva” da yoktur esasında. Sınır durumunda yaşamadır bu, yaşama denilecekse. İç rahatlığını yitirme, kültürel habitatın korunağından- simge-sembol dünyasından mahrum olma, açığa düşme-açıkta kalma halidir.
Dolayısıyla karşımızda savaş, ölüm, yıkım gören, can-mal kaybı yaşayan, yaşam alanını yitirmiş, bugünü ve yarını endişe yüklü travmatik bir nüfus var. Koruma altına aldığımız bu insanların yasal statüsünü “geçici” olarak kodlamış olsak bile bu geçiciliğin ucu açık ve kalıcı olma ihtimali yüksek bir geçicilik olacağını kestirmek güç değil. Bu yüzden ağır bir yaşantının dışında bizatihi kendisi travmatik olan mülteciliğin farkında olmalıyız. Tedirgin atmosferden insanları uzaklaştırmak, haysiyet ve onurlarını incitmeden temel ihtiyaçlarını gidermek, esasen 100 yıl önce bu ülkenin bir vilayeti olmanın yanı sıra sosyal-kültürel, coğrafi ve inanç derinliğimizin doğal bir uzantısı olan insanlarla yeniden buluşmak bizi de hayli zorlayan, klişelerimizi, ezberlerimizi terk etmeye götüren bir konumlanışı dayatıyor. Karşı karşıya olduğumuz durum salt mültecilerin sosyal-kültürel ve ekonomik adaptasyonu değil aynı zamanda homojen kalmaya ve işlerini bu homojenlik içerisinde gidermeye alışmış bizlerin de değişimi olduğu görülüyor.
Örneğin yukarıda bir milyon civarında eğitim çağındaki Suriyelinin ülkemizde olduğunu ifade etmiştik. Bu nüfusun bir kısmı “Geçici Eğitim Merkezleri”nde eğitim görürken önemli bir kısmı örgün eğitim kurumlarımıza devam etmektedir. Kültürel homojenlik üzerinde şekillenmiş klasik pedagojimizin açığa düştüğü yeni bir durum bu. Okullarımız-eğitim kurumlarımız kültürel karşılaşma alanı bugün. Eğitim bürokrasisi için bu durum yeni olduğu gibi öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz ve velilerimiz açısından da yeni. Eğitim kadrolarımız, MEB ve teşkilatı özü itibariyle kendi vatandaşlarını eğitme üzerine tecrübe biriktirmiş, ona göre yapılanmış ve ne kadar yaptığı tartışmalı olsa da buna göre konumlanmış. Kendi vatandaşımız olup Türkçe bilmeyen öğrencilerimize alt basamakta karşılaşıyorduk. Ancak siyasal-kültürel auramız ve MEB'in birikimi konuya ilişkin informel bir çözüm sistematiği geliştirmişti. Oysa bugün örgün eğitime değişik kademelerden giren mülteci öğrenciler hem homojenliği bozuyor hem de bu homojenliğe göre şekillenmiş sistemin formasyonunu atıl bırakıyor.
Kurucu bir irade olarak temayüz etme çabamızın olduğu bir eşikte verdiğimiz mücadelenin politik-diplomatik bir cephe ile sınırlanamayacağı ortadadır. İşin ekonomik-kültürel-entelektüel vs. ayakları olduğu gibi eğitim boyutu da var. Eğitim paradigmasını yenilemeyi, “kültürlerarası bir pedagoji” tesisini dayatan süreç aynı zamanda post-travmatik uygulamaları, güven tesisini, sosyal-kültürel ve ekonomik altyapının oluşturulmasını ve bu anlamda sağlıklı bir oryantasyonu zorunlu kılıyor. Türkiye'deki Suriyeli mülteci sayısı kadar vatandaşımızın sadece Almanya'da yaşadığını dikkate aldığımız da göç, göçmenlik, adaptasyon, eğitim gibi başlıklarda daha hazırlıklı olmamız gerektiği görülüyor. İnsanlarımızın oralarda nasıl savrulduğunu, “kayıp kuşaklar” oluştuğunu yaşamış bir toplumun, varlık iddiası ve ideali olan bir toplumun, herkesin başının çaresine baktığı, refleksleriyle yol bulmaya çalıştığı bir “dur bakalım ne olacak” modunda işleri yürütmesi kabullenilemez. Ülke nüfusumuzun yaklaşık % 4'üne tekabül eden yeni nüfusu, sosyal-kültürel ekonomik ve siyasal bir planlamanın içerisinde ele alarak tarihsel-kültürel derinliğimizin canlanması için bir fırsat-imkân olarak değerlendirmek ve şüphesiz iç komplikasyonları olan bu durumu yönetebilmek gibi zor bir meseleyle karşı karşıyayız. Zaten zor olmasaydı varoluş mücadelemizin bir parçası olmazdı.