Sığınmacılar meselesi son günlerde yeniden gündemimize geldi. Televizyon ekranlarındaki tartışma programları istatistiki verilerden tutun ekonomik yorumlara kadar insanın sadece “sayılar”dan ibaret olduğu diyaloglarla sürüp giderken, sosyal medya her zamanki gibi linçlerin, spekülasyonların, yalan yanlış malumatların yer aldığı, hakikatten uzak ve sadece “tepki” üzerine inşa edilen kışkırtıcı söylemlerle dolu. ..
Sığınmacılar meselesi son günlerde yeniden gündemimize geldi. Televizyon ekranlarındaki tartışma programları istatistiki verilerden tutun ekonomik yorumlara kadar insanın sadece “sayılar”dan ibaret olduğu diyaloglarla sürüp giderken, sosyal medya her zamanki gibi linçlerin, spekülasyonların, yalan yanlış malumatların yer aldığı, hakikatten uzak ve sadece “tepki” üzerine inşa edilen kışkırtıcı söylemlerle dolu. Yazılı/dijital basın ise sığınmacılarla ilgili haberlerde birbirine benzer içerikler sunmaktan ve yüzeysel bilgilerin ötesine geçememekten farklı bir şey yapamıyor. Üstelik kitleleri yönlendirmede son derece etkili olan “medya”, sığınmacılar söz konusu olduğunda çoğu zaman kendisi de etki altında kalarak sosyal medyada dolaşan asılsız haberleri manşetlerine taşımakta beis görmüyor ve ideolojik körlüğün örneklerini sergileyebiliyor. Medyadaki bilgi eksikliği, sığınmacıları bir tehdit şeklinde sunan söylem tercihi ve ideolojik yaklaşımlar sebebiyle meselenin özünden uzaklaştırılıyoruz. Peki hal böyleyken, her 100 kişiden birinin yerinden edildiği şu dünyada, yurtsuz kalan bu insanlar hakkında sağlıklı bilgiye nasıl erişeceğiz?
GÖÇMEN Mİ, MÜLTECİ Mİ, SIĞINMACI MI?
- Medyanın en önemli eksikliklerinin başında tanımlama ve konumlandırma sıkıntısı geliyor. Birbirinden çok farklı anlamlara gelen göçmen, mülteci, sığınmacı, kaçak kavramlarının birbirinin yerine kullanıldığı yüzlerce haber örneğini küçük bir internet araması ile görebilirsiniz. Bu tanımlama sıkıntısı bir dilbilgisi sorunu olmaktan çok öte her bir statünün ulusal/uluslararası hukuktaki karşılığından bihaber inşa edilen bakış açılarıyla ortaya çıkıyor. Ben bu yazıda Türkiye’deki statü tanımını dikkate alarak “sığınmacı” tabirini kullanacağım.
Sığınmacıların medyadaki konumlandırılması ise onları ötekileştirmemizde oldukça etkili oluyor. Sığınmacıların toplumsal huzursuzluk nedeni olarak; kaçak, ekonomik yük, mağdur, tehdit gibi sözcüklerle konumlandırılıp sunulması, onlarla kurulabilecek sosyal ilişkilerin önünde engel oluşturarak korku yayıyor.
- Provokatif haberlerle suç unsuru olarak sunulmaları, kimi haberlerde kullanılan dramatize ifadeler, abartılar (sığınmacı sayıları gibi) haber kurgusunda sıkça başvurulan ifadeler olarak karşımıza çıkıyor. “Suriyeliler mahallede terör estirdi”, “Tacizci, Suriyeli çıktı” gibi, suçun tüm Suriyelilerin üzerine yıkılmasına yönelik başlıkları sıklıkla görüyoruz. Bunun yanında eğer suçun faili bir sığınmacıysa etnik kimliğinin vurgulandığını, sığınmacı mağdur ise etnik kimliğinden söz edilmediğini görüyoruz.
GERÇEK MÜLTECİ EKONOMİK YÜK OLANDIR (!)
Deniz yoluyla göç etmeye çalışanlar hakkında kullanılan ifadelerde ise “yakalandılar”, “kaçaklar”, “göçmen kaçakçılığı” gibi suçlayıcı ifadeler ötekileştirmeye bir tuğla daha eklerken, sığınmacıların sürekli mağdur, yardıma muhtaç, ezilmiş ve niteliksiz insanlar olarak yansıtılması da nitelikli ve ekonomik olarak ülkeye katkı sunan sığınmacıların görmezden gelinmesinin başlıca nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Dramatize edilen sığınmacı profili, çoğu zaman “iyi bir şeymiş gibi” insani tarafımıza dokunan haberlerle öne çıkarılsa da yardıma muhtaç sığınmacıların haber yapılması “ekonomik yük” etiketli haberlerinin önünü açıyor. Bu haberler sığınmacıların ekonomik yük olduğuna dair hiçbir veriye veya rapora dayandırılmadan, hakim Batı retoriğinin etkisinde ekranlarımıza geliyor. Dünyanın ekonomik olarak zor zamanlardan geçtiği böyle bir dönemde kabul edelim ki -hiç bir hakikate dayanmamasına rağmen- bu argümanın alıcısı oldukça fazla.
- Mültecilere ilişkin Batı medyasının kullandığı söylem biçimleri üzerine çalışmalar yapan Teun A. van Dijk, 1980’li yıllardan beri mültecilerle ilgili kullanılan “ekonomik yük” ifadesinin ırkçı söylemi destekleyen geleneksel öğelerden biri olduğuna vurgu yapıyor. Yani yıllar geçiyor, yersiz yurtsuz kalan insanlar ve sığınılan ülkeler değişiyor ama onları yük olarak gören anlayış değişmiyor.
Çünkü halk genelinde makbul olan “sığınmacı”, yardıma muhtaç, acılar içinde kıvranan, hayatını kaybeden, sahile cesedi vuran sığınmacı figürüdür. Sığınmacılığın meşrulaşması için bu sefil görüntüye ihtiyacımız var. Sığınmacı dostu söylemlerin en olumlu örnekleri bile sığınmacıların içerisinde bulunduğu kötü şartlar vurgulanarak oluşturuluyor. Onların bu şekilde hep aynı özelliklerle temsil edilmesi ve aralarındaki farklı durumların gösterilmemesi, biz ve onlar arasındaki ayrımın belirginleşmesinde ve ötekileştirilmelerinde etkin rol oynuyor.
- Medyadaki “zorunlu misafir” veya “ülkelerine geri dönmeyecekler” gibi vurguların sığınmacıların şartlarını iyileştirmeye hizmet etmediğini, sadece hükümeti yıpratma amaçlı tartışmalar çıkarmak suretiyle, birtakım siyasi çıkarlar devşirmek için kullanıldığını görüyoruz. Sığınmacılar için kullanılan “misafirlik” kavramı ise “sınır belirleme”, “haddini bildirme” motivasyonun başka bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü misafirlik, olumlu gibi görünse de bir hak sahipliğini içermez.
Sığınmacıların ülkelerinden neden ayrıldıklarını ve ölümü göze alarak Batı’ya gitme mücadelesi verdiklerini, sığındıkları ülkede karşılaştıkları zorluklar ile insani haklarına kavuşmada yaşadıkları sorunları ve tüm bunlara rağmen var olma çabalarını ne yazık ki medyada göremiyoruz. Küresel salgın sürecinde, kayıtlı olmadığı için hastaneye gidip test yaptıramayan, hasta olduğunu bilse bile işini kaybetme korkusuyla kendini karantinaya alamayan, işsiz kaldığında ise işsizlik ödeneğinden yararlanamayan ezcümle ya açlıktan ya koronadan ölmek zorunda bırakılan sığınmacıları hiç konuşamıyoruz. Bunun yerine batan botlar, siyasi restleşmeler ve “trend topic”ler arasında sıkışıp kalıyor, göç uzmanları yerine mikrofon uzatılan siyasi figürlerin ve köşe yazarlarının “gündem yorumculuğu”na maruz bırakılıyoruz…