Uluslararası düzeyde zor bir dönemin yaşandığı koronavirüsle mücadele sürecinde, sosyal politikaların vazgeçilmezliğini, her bireyin eşit düzeyde sorunlara karşı kırılgan olduğunu, sosyoekonomik statünün bazı durumlar karşısında güçsüzlüğünü gösteriyor. Vazgeçilmesi en kolay olan ve suçlanması tercih edilenlerin yerini, her bireyin ekonomik ve sosyal refahının tehlikede olduğunu hatırlatıyor. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ve ekonomik güçle sosyoekonomik eşitsizlik oluşturanlara karşı, sosyal politikaların gücünün hatırlanması için bir fırsat olarak görülmeli.
Koronovirüsle birlikte önceliklerin tamamen değiştiği, dengelerin sarsıldığı ve ezberlerin bozulduğu bir dönem yaşıyoruz. Siyasetin, uluslararası ticari anlaşmaların, ekonomik işbirliklerinin, her zaman en önemli konu başlıkları olan ve ülkelere güç sağlayan meselelerin yerine tek bir gündem oluştu. Üstelik bu gündem ülkelerin ve toplumların özelliklerinden bağımsız bir şekilde, ortak. Ekonomik gelir, teknolojik gelişme, yönetim biçimi, toplumsal kodlar farklılık gösterse de ölümle sonuçlanan bu virüse karşı alınacak önlemler her coğrafyada aynı: Sosyal izolasyon ve hijyene dikkat etmek. Çok uzun bir zaman sonra, sorunla karşılaşma riskinin ve bu riskten kaçınma önleminin her birey için aynı olduğu bir süreç yaşanıyor. Koronavirüs sonrasında ortaya çıkan tabloda, ülke ve toplumların bu salgın karşısında eşitlendiği yorumlar baskın. Bu yorumların gerekçesi virüse yakalanma riskinin her birey için aynı olması ve virüse karşı alınacak el yıkamak, evden çıkmamak, vb. önlemlerin her bireyin tek başına alabileceği önlemler olması. Çin’de başlayıp, Avrupa ülkelerine, İran’a, ABD’ye yayılması, dünyadaki tüm sosyoekonomik eşitsizliklere karşı bir eşitlik meydan okuması olarak yorumlanıyor.
Bu yorumun haklılık payı var, ancak koronavirüsle mücadelede eşitlikten bahsedilecekse bu eşitliği / eşitsizliği ortaya çıkaran, sosyal devlet anlayışı. 1945-1975 yılları arasında en görkemli dönemini yaşayan sosyal devlet uygulamaları, 1975 sonrasında ekonomik refahın önemsenmesi sonucunda ülkelerin ekonomisinde maliyet olarak değerlendirildi. Sosyal devlet uygulamalarında, sosyal güvenlik, sosyal hizmetler ve sosyal yardımlar bütünün birer parçası iken, yalnızca karşılıksız verilen sosyal yardımlara sosyal devletin indirgenmesi, bu maliyet anlayışının temel gerekçesi. 2008 ekonomik krizinden sonra, İtalya, İspanya ve Yunanistan’da kesintilerin ilk olarak sosyal harcamalarda yapıldı, çünkü gelinen noktada ekonomik gücün her sorunu çözebileceği, sosyal harcamaların ise ekonomi için gereksiz ve tabi ki verimsiz harcama olduğu anlayışı kabul edilmişti. Diğer Avrupa ülkelerine göre COVID-19 salgınından daha fazla etkilenen İspanya ve İtalya’da sosyal devletin çöküşünü yansıtan haberlerin ilk başlangıcı, belki de 2008 yılında ekonomiyi düzeltmek için sosyal alanın ikinci plana atılmasıydı. Yazılı ve sosyal medyaya yansıyan, sağlık hizmetlerinin çöküşü, yaşlı bakım evlerindeki ölümler, sosyal hizmet ve sosyal yardımların yönetilememesi, işsizlik maaşına başvuru sayısındaki artış, aslında 2008’de yapılan sosyal harcamaları şeytanlaştırma yaklaşımının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Yoksulları, yaşlıları, göçmenleri, engelli bireyleri ülke ekonomisi için maliyet olarak değerlendiren bir yaklaşım, sağlık hizmetleri başta olmak üzere sosyal koruma sistemini sosyoekonomik statüye göre yapılandıracaktı. Ancak, ekonomi üzerinde yük olarak kabul edilen dezavantajlı grupların görmezden gelinmesinin çok daha büyük bir maliyet getirdiği görülüyor. Üstelik henüz salgın önlenememiş ve halen daha mücadele devam ederken gelişmiş ekonomilerin sosyal koruma uygulamalarında bu aciz görüntüsünün tsunami etkisi de gelecek.
Türkiye’nin COVID-19 ile mücadelesinin sosyal devlet uygulamaları perspektifinde ise, yıllarca artık değiştirilemez olarak görülen ezberlerin bozulduğunu görüyoruz. Gelişmiş ekonomilerin, özellikle de Avrupa ülkelerinin sosyal devlet örneği olarak sunulduğu, kurumsal kapasitesi, profesyonelliği ve sisteminin temelinde insana verilen değerin olduğuna dair kabul yerini, meselenin insan odaklı değil de ekonomik menfaat olduğu farkındalığına bırakıyor. İnsan hayatının çok değerli olduğu Avrupa’da salgının ekonomik boyutu dikkat alınarak “vazgeçilebilecek vatandaş”, yani “ölmesinde sakınca görülmeyen vatandaş” açıklamaları yapılıyor. Türkiye’de ise, 2000’li yıllarda birçok eleştiriye, hatta çoğu zaman sosyal politika hedef kitlesinde olan yoksul, yaşlı, muhtaç bireyleri hakir gören tüm söylemlere, engellemelere ve kör muhalefete rağmen kurulan sosyal koruma sisteminin olumlu sonuçlarını görüyoruz. Sağlık sisteminde gerçekleşen Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile nitelendirilen sağlık reformunun kapsayıcılığı, hiçbir vatandaşı sosyoekonomik özelliklerinden dolayı sağlık sisteminin dışında bırakmaması, tüm sağlık hizmetlerinin her vatandaşa eşit ve adil sunulması, sağlık hizmetlerinin fazladan bir maliyet üzerinden değil sosyal güvenlik sistemi üzerinden finanse edilmesi, bu dönüşümün somut göstergeleri. Gelişmiş ekonomiler kendi aralarında maske savaşına girmişken, Türkiye’de hanelere ücretsiz maske gönderiliyor. Tabii özellikle 1945 sonrasında ekonomik, siyasi ve sosyal dinamikleri istediği gibi yönlendireceğini düşünen ama ekonomik hırs ve menfaatlerini eşitlik, adalet ve özgürlük kavramlarıyla maskeleyen ülkelerin, maske savaşına girmesi de düşündürücü bir ikilem ama belki başka bir yazının konusu olabilir.
Türkiye’de sağlık hizmetleri ve maskelerinin ücretsiz olmasının yanısıra, salgınla mücadelede yeni sosyal politika aktörleri de sahada yer aldı. AÇSHB bu uygulamaların koordine edilmesinde asıl kurum olurken, Türkiye’nin en önemli sosyal politika aktörlerinden birisi olan Kızılay ve AFAD, gıda, barınma ve ulaşım hizmetlerinde yine önemli rol üstlendiler. 65 ve üstü yaş grubundaki vatandaşların sokağa çıkma yasağı sonrasında kurulan Vefa Sosyal Destek Grupları da, yeni bir sosyal politika aktörü olarak değerlendirilebilir. Bu hizmetler ve yardımlar verilirken, profesyonel uygulamaların yanı sıra görevlilerin yaklaşımı, Türkiye’nin sosyal politika uygulamalarında diğer ülkelerden ayrışma sebebini açıklıyor. Çok düzenli, profesyonel ve disiplinli bir sistem kurulsa dahi, bu sistem insani değerler üzerinde inşa edilmezse mekanik bir sisteme dönüşecektir. Diğer alanlarda bu kabul edilebilir, ancak sosyal politikalarda insani değerlerin yerine yalnızca teknik kapasite alırsa, beklenmeyen bir sorunla karşılaşıldığında hizmet verenler toplumsal refah için değil kişisel refaha göre hareket edecektir. Dolayısıyla, Avrupa ülkelerinden basına yansıyan “yaşlıların, hastaların, yoksulların ölüme terk edildiği” haberleri de şaşırtıcı olmayacaktır.
Türkiye’de sosyal politika uygulamaları bu dönemde, geçmişte bu alana yapılan haksız tüm saldırıların gereksiz ve mesnetsiz olduğunu ortaya koyduğu gibi, 2020 sonrası için de yapılacaklara dair yeni çıkarımlara da kaynaklık ediyor. Bu çıkarımlardan birisi sosyal yardımların kurumsal işleyişte yeniden düzenlenmesi gerekliliği. Yardım yapılmasına karşı bir durum ya da yaptırım söz konusu olamaz, ancak belediyelerin, STK’ların ve derneklerin sosyal yardım alanındaki faaliyetlerinin birbirini izleyebileceği ortak bir veri tabanına entegre olmaları gerekiyor. Bu veri tabanı da AÇSHB Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü bünyesinde mevcut, Bütünleşik Sosyal Yardım Bilgi Sistemi. Yardım yapmak isteyen tüm kurumların bu sistemdeki verileri kullanarak ve denetimle birlikte sosyal yardım faaliyetlerini yürütmeli. Belediyelerin ortak veri tabanında yer alma konusunda istekli olmamasının siyasi ve ekonomik gerekçeleri olabilir, ancak hiçbir gerekçe sosyal yardım uygulamalarını verimsiz hale getirilmesini haklı çıkarmaz. Ulusal düzeyde yapılan yardım kampanyasının başlatılması ise, ekonomik ve sosyal hareketliliğin durma noktasına gelmesiyle ortaya çıkabilecek sorunların çözümü için yerinde bir uygulama. Ancak bu uygulama, beklenmeyen bir durumda başvurulacak Ulusal Sosyal Yardım Fonu’nun kurulması gerekliliğini de gösteriyor. Bunların yanı sıra, sosyal yardımların nakit yardımından ziyade ayni yardımlarla desteklenmesi, vatandaşlık gelirinin daha kapsamlı tartışılması, sosyal yardım alan hanelerin yanı sıra sosyal yardıma ihtiyaç duyabilecek hane / aile / bireylerin önceden tespiti için haneye göre eşik değeri verecek bir yazılımın ihtiyacı, vb. konular da, COVID-19 sonrasında tartışacağımız sosyal politikalar arasında olacak.
Uluslararası düzeyde zor bir dönemin yaşandığı bu süreç, sosyal politikaların vazgeçilmezliğini, her bireyin eşit düzeyde sorunlara karşı kırılgan olduğunu, sosyoekonomik statünün bazı durumlar karşısında güçsüzlüğünü gösteriyor. Vazgeçilmesi en kolay olan ve suçlanması tercih edilenlerin yerini, her bireyin ekonomik ve sosyal refahının tehlikede olduğunu hatırlatıyor. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ve ekonomik güçle sosyoekonomik eşitsizlik oluşturanlara karşı, sosyal politikaların gücünün hatırlanması için bir fırsat olarak görülmeli.