Antalya Diplomasi Forumu’nun teması “Karmaşa Döneminde Diplomasiyi Öne Çıkarmak” bir yandan uluslararası sistemin bir realitesi haline gelen karmaşaya dikkat çekerken, öte yandan bu karmaşanın giderilebilmesinin ancak hakkaniyetli bir yaklaşımla, sonuç üretici bir diplomasi ile mümkün olduğuna işaret etmektedir.
Antalya Diplomasi Forumu, 1-3 Mart 2024 tarihlerinde, “Karmaşa Döneminde Diplomasiyi Öne Çıkarmak” başlığı ile üçüncü kez yeniden düzenlendi. Yüzü aşkın ülkeden, 19 devlet başkanı/hükümet temsilcisi, 73 bakan ve 57 uluslararası temsilci olmak üzere, 4 bini aşkın katılımcı çok farklı konularda müzakerelerde bulundu. Bu yönüyle platform yükselen bir güç olarak Türkiye’nin uluslararası arenadaki görünürlüğüne katkıda bulunmanın yanında, üçüncü taraflar için de önemli bir müzakere zemini sağlarken, benzer niteliklere sahip Münih Güvenlik Konferansı, Rusya’da düzenlenen Valdai Müzakere Kulübü ve Doha Forum gibi platformlar arasındaki yerini de almış oldu.
SADECE GERÇEKLER KONUŞULDU
Çok daha önemlisi; Türkiye’nin, mevcut uluslararası sistemin yarattığı adaletsizlik, eşitsizlik ve kayırmacılığı, Gazze başta olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki çatışma ve kaos ile ilgili tezlerini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ağzından dile getirmesiydi. Dahası bu tezlerin dünyanın dört bir yanından davet edilen akademisyen, gazeteci, siyasetçi ve bürokratlar tarafından tartışılmış olmasıydı.
Son dönemde hariciyenin belirlediği söylem ve temaların, platformda tartışılan temaların arasında olması bu anlamda dikkate değer. Bir süredir Dışişleri Bakanlığının gündeminde olan bağlantısallık, garantörlük, çok taraflı işbirlikleri, dönüşen güvenlik olgusu gibi konu başlıklarının her biri ulusal ve uluslararası katılımcılar tarafından tartışılmış oldu.
BUHRANLAR ÇAĞINDAN GEÇİYORUZ
Platform, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın açılış konuşmaları ile başladı. Hakan Fidan, platformun amacını “aynı görüşlerin farklı sözler ve araçlarla dile getirildiği bir alan olarak değil, gerçeklerin konuşulduğu farklı perspektiflerin kendine yer bulduğu, farklı tecrübelerin paylaşıldığı, farklı görüşlerin daha iyiyi bulmak için buluştuğu bir alan” olarak tanımladı. Bunun yanında Türkiye’nin özverili ve samimi bir çaba ile dünyadaki adaletsizliklerin giderilmesi adına verdiği mücadelenin de bir yansıması olduğunu ifade etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise güçlünün ayrıcalıkları üzerine kurulu, güçlünün haklarını koruyan, İsrail gibi imtiyazlı aktörlerin barbarlığına göz yuman uluslararası sistemin çarpıklığına ve bu sistemin kurucularına dikkat çekerek, 21. yüzyılın bir buhranlar çağına dönüştüğünü ifade etti. Çevresel felaketlerden, ekonomik eşitsizliğe, çatışmalardan adaletsizliğe kadar bir çok konuya vurgu yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasının ağırlık merkezi ise İsrail saldırganlığı ve dolayısıyla Gazze’deki katliamdı.
İNSANLIĞIN İFLASI: GAZZE
Bu anlamda oldukça çarpıcı mesajlar veren Erdoğan’ın bir çok çatışma ve krizi andıktan sonra, “Mevcut sistemin ve insanlığın iflas ettiği yer Gazze’dir”, “İsrail’in yalnızca çocukları, kadınları, masum sivilleri değil, aynı zamanda adalet ve hakkaniyete olan inancı da katlettiği” şeklindeki ifadeleri ile “Buna sessiz kalan uluslararası toplumun Filistin’e olan borcunu, egemen, toprak bütünlüğüne sahip bir Filistin devletine destek vererek ödeyebileceğine” yönelik sözleri oldukça önemliydi. Bununla beraber, gözümüzün önünde gerçekleşen katliama rağmen bunu durdurabilecek adımları atamamış olmayı da büyük bir üzüntü ile ve özeleştiri bağlamında dile getirdi.
Bu sözleri yalnızca İsrail barbarlığına bir eleştiri ya da Gazze’deki katliamları hatırlatma olarak okumak eksik kalacaktır. Özellikle 7 Ekim’den sonra Türkiye’nin Filistin meselesine dair tartışmaları “Filistin devleti” eksenine taşıma gayreti dikkatlerden kaçmıyor. Mevcut kriz ve katliamların kökeninde İsrail saldırganlığı ile Filistinlerin gasp edilmiş bir hakkı olarak Filistin Devleti’nin kurulamamış olması yatıyor. Bir çok platformda olduğu gibi Antalya Diplomasi Forumu’nda da Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Hakan Fidan’ın mesajları bu yöndeydi.
ULUSLARARASI SİSTEM MEŞRUİYETİNİ KAYBETTİ
Antalya Diplomasi Forumu’nun teması “Karmaşa Döneminde Diplomasiyi Öne Çıkarmak” bir yandan uluslararası sistemin bir realitesi haline gelen karmaşaya dikkat çekerken, öte yandan bu karmaşanın giderilebilmesinin ancak hakkaniyetli bir yaklaşımla, sonuç üretici bir diplomasi ile mümkün olduğuna işaret etmektedir. Bu karmaşanın kökeninde II. Dünya savaşı sonrasında kurgulanan kural temelli uluslararası sistemin işlevini kaybetmiş olması vardır. Dışişleri Bakanı Fidan’ın açılış konuşmasında “Mevcut uluslararası düzen barış üretmiyor, istikrar üretmiyor, adalet ve eşitlik üretmiyor.” şeklindeki sözleri Türkiye’nin uluslararası sisteme yaklaşımına dair önemli bir ip ucudur.
Uluslararası sistem krizinin artık yadsınamayacak bir gerçeklik haline gelmesi yeni bir olgu olsa da, aslında kuruluşu itibarıyla adalet ve hakkaniyetten uzak bir temele sahip olduğu da bir gerçektir. Güçlü devletlerin çıkarlarını öncelemek üzere kurulan sistemde uluslararası hukuk ve normların da bu bağlamda bir işlevi bulunmaktaydı. Dolayısıyla sistem dünyadaki ülke sayısının ve nüfusunun önemli bir kısmını dışlayan ya da bu kesimlere politika dayatan bir zemine sahipti. Son 21 yıldır –bir dönüm noktası belirlemek gerekirse bu, 2003 Irak işgali olabilir- ortaya çıkan gelişmeler ise sistemin -başta ABD olmak üzere- baş aktörleri için bir meşruiyet krizi yarattı. Bir çok platform ve tartışmada ABD/Batı merkezli bu sistemin değişiminden söz ediliyorsa, bu durum yalnızca Çin’in ekonomik yükselişinden, ya da Çin ile Rusya’nın olası ittifakından değil, aynı zamanda sistemin içine girdiği meşruiyet krizinden kaynaklanmaktadır.
DÜZEN KURUCULUK İDDİASI ANLAM KAZANIYOR
Sistem krizi bir yandan yükselen güçler için önemli fırsat alanları açarken, öte yandan bölgesel oluşumlar için de zemin hazırlamaktadır. Türkiye, Brezilya gibi ülkelerin bu süreçte inişli-çıkışlı da olsa bir yükseliş trendi yakalamaları, Türk Devletler Teşkilatı, Küresel Güney gibi oluşumların ivme kazanması da bu durumla yakından ilgilidir. Sistemin dışladığı ve henüz kurumsallaşma çabası içine giren, kendi ekonomik kaynaklarının farkına varan Afrika başta olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarındaki ülkeler de bir arayış içerisinde. Türkiye’nin düzen kurucu iddiası da tam da bu düzlemde anlam kazanıyor: Bir yanda sistem krizi, öte yandan sistemin ezdiği ya da dışladığı aktörlerin yeni arayışları!
Türkiye’nin düzen kuruculuk iddiası da bu düzlemde anlam kazanıyor. Düzen kurmaktan kasıt, elbette yeni bir uluslararası düzenin ihdası değil, mevcut krizlerin yarattığı boşlukları anlamlı, somut ve uzun süreli işbirlikleri için değerlendirmek. Zira mevcut ittifak ve kazanımlar da artık bir tartışma konusu. NATO müttefiki olan ABD’nin Türkiye’nin ulusal güvenliğine tehdit teşkil eden aktörlere açık desteği ya da AB’nin Türkiye’nin üyeliğini anlamsızlaştıracak derecede askıda tutması, alternatif arayışlar için oldukça somut gerekçeler. Öte yandan uluslararası ilişkilerin “parçalanması” ve ikili ilişkilerde bile iş birliği ile çatışmanın aynı anda seyrediyor olması da kısa ve uzun vadeli işbirlikleri için bir motivasyon sağlamaktadır. Bu şartlar bir çok aktörü dış politika ve güvenlik stratejilerini güncellemeye zorlamaktadır. Diplomasi bu düzlemde kullanılabilecek tek araç değil, ancak stratejik ve bütüncül yaklaşımın en önemli enstrümanlarından birisi olarak ön plana çıkmaktadır.
Sistem krizi bir yandan çeşitli fırsatlar sunarken, öte yandan önemli riskleri de barındırmaktadır. Her şeyden önce çatışma alanlarının Türkiye’nin çevresel kuşağında gerçekleşiyor olması bu anlamda dikkat çeken önemli bir husus. Irak işgali ile başlayan istikrarsızlık süreci Arap isyanları ile Suriye’ye sıçramış ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile Karadeniz’in kuzeyine taşınmış oldu. 7 Ekim süreci ile başlayan İsrail saldırganlığının bölgesel bir çatışmaya dönüşmesi ise uzak bir ihtimal değil. Dolayısıyla Türkiye’nin iç istikrarını koruması ve yakın çevresindeki çatışmalardan kaynaklanan riskleri minimize etmesi gerekiyor. Bir başka husus ise Türkiye’nin, gücü ölçeğinde bir yol haritası belirlemesidir. Yakın geçmişteki tecrübelerin bu anlamda öğretici olduğunu ifade etmek mümkün.