Tasavvuf hayatının her zaman farklı muhalifleri ve düşmanları olagelmiştir. Bunlar arasında fakihler, kelâmcılar, hadisçiler, siyasîler, bazı idareciler ve çeşitli sahalara mensup bilimciler de yer almışlardır. Hatta son senelerde tasavvuf aleyhtarlığı o kadar arttı ki, aldığımız bilgilere göre özel olarak bazı dernekler kurulmuş, kendilerini de tasavvuf karşıtı isimlerle ifade ediyormuş. Zaten özel bir takım TV kanallarında bu düşmanlık yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Bir kimse sahası ne olursa olsun, tasavvuf hayatını beğenmeyebilir, o hayatı eleştirebilir de. Bu, o kişinin kendi tercihidir. Fakat tenkitte bulunacak kişiler, tasavvuf ve mutasavvıflar hakkında sağlam ve güvenilir bilgiye sahip olmalı, insafı elden bırakmadan makul, mantıkî, ölçülü, yapıcı sözler söylemelidir. Karşı tarafa hakaret etmeden, o camiayı töhmet altında bırakmadan, iftira ve isnatta bulunmadan, incitmeden, noksan gördüğü bir hususu nezaketle ifade edebilir. Bu gibi ölçülere riayet edilmez ise o tenkitler, bir küfür ve hakaretten ibaret kalır, neticede tenkit sahipleri kendilerini küçük düşürmekten öteye bir şey yapmış olmazlar.
Bilim mensupları arasında da tasavvuf aleyhtarları kişiler her zaman olagelmiştir. Fakat bir bölük vardır ki onların düşmanlığının eşi ve benzeri görülmemiştir. Bunların pîri, Yahudi asıllı meşhur ve maruf psikanalist Sigmund Freud’dur (1858-1939).
FREUD VE BAZI FİKİRLERİ
Freud, Avusturyalı bir Yahudidir. Yahudi düşmanlığının (Antisemitizm) yaygın ve had safhada olduğu bir merkezde büyümüştür. Kendisinin arkadaşı Otto’ya anlattığına göre, 6-7 yaşlarında babasıyla Viyana sokaklarında yürürken ahali bunların arkasından “Pis Yahudi, defol!” diye her defasında bağırırlarmış. Freud ise; “Niye bunlara bir cevap vermiyor?” diye babasına için için kızarmış. Bu hal elbette yıllarca devam etmiş ve onun şuuraltına tamı tamına yerleşmiş.
Batılı bir kısım araştırmacılar, Freud’un sistemindeki toplumu, aileyi, devleti, hukuku, ferdi ezen azılı bir düşman olarak göstermesini onun çocukluğunda yaşadığı bu derin ruhî sarsıntıya bağlamaktadırlar. Bu sebeple Freud’un aynı duygularla muhtelif toplum kurumlarını kişiyi ezen birer sulta/despot şeklinde gördüğü ve gösterdiği kanaati Batılı birçok araştırıcıda hâkimdir.
Freud şuuraltı olaylarını keşfeden ve psikanalizi kurup geliştiren kimsedir. Fakat bunu yaparken Yahudi mistisizminden ve eski Yunan mitolojisinden aldığı çeşitli hikâyelere dayandığı bilhassa David Bakan’ın “Freud Et La Tradition Mystique Juive, Payot, Paris, 1977” adlı eserinde ve başka birçok eserde genişçe ele alınmıştır.
Onun tespitlerine göre Freud, psikanalizinde kullandığı temel fikirleri, Tevrat’ın, Zebur’un ve İncil’in muhtelif sözlerinden almıştır. Yazar o sözlerin sayfa numaralarını gösteriyor. Buna göre, bazı Yahudi din adamları Tanrı ile birleştiklerini söylüyorlarmış. Yahudiliğin bir kolu olan Kabbal’da ‘Tanrı’ tamamen dişilikli (feminen) bir görünüş arz ediyormuş (a.g.e.,s.216). Bu, ‘Tanrı’nın dişi (femelle) olduğu inancını göstermekteymiş.
Bu noktada Freud, kendisine pay çıkararak şöyle diyor: “Cinsî davranış (la sexualité), sadece cinsî birleşmenin ruhî (psişik) bir eylemi değildir; bu, daha çok insanî bütün temayüllerin karıştığı karmaşık bir görünümdür”. D. Bakan’ın bildirdiğine göre, Yahudi mistikler, Hristiyan keşişlerin aksine seksüaliteyi bizzat ‘Tanrı’ya mahsus görüyorlardı (a.g.e., s.214). İncil de aynı kavramı kullanıyormuş. “La shekinah” kavramı da İsrail toplumunda tanrı ile evlenmekle aynı mânâya geliyormuş.
Aslında Freud, Yahudi olmakla birlikte Yahudiliğe ve başka dinlere inanmayan bir dinsiz olarak niteleniyor. Freud’un ateizmi, sadece inançsızlıktan ibaret olmayıp aynı zamanda ileri bir din düşmanlığını taşımaktadır (Chantal Moubachir, Freud ou l’enre -deux, Seghers, Paris,1974, s.37-38). Dahası hiç ahlâkî inancı yok ve hiçbir ahlâkî emre (impératif) itibar etmemekteydi. Freud’un şahsa müdahalesi tedavi ediciydi, fakat gayri ahlâkî idi (Daniel Lagage, La Psychanalyse, Puf, Paris, 1976, s.123), Chantal Moubachir, a.g.e., s. 140).
Freud, Zebur metinlerinden ve Yunan mitolojisinden aldığı bazı hikâyeleri kullanarak dünyadaki bütün çocukların analarına ve babalarına karşı cinsî bir arzu ile dolu olduklarını keşfetmiş(!); her çocuğun ve ana babanın bu mânâda bir tür cinsî sapık olduğunu da ilan etmiş, böylece bütün hastalıkların sebebini çözdüğünü zannetmiştir...
Freud, bununla da iktifa etmemiş, tasavvufî (mistik) hayatta mutasavvıfların duydukları ilâhî aşk dolayısıyla yaşadıkları manevî halleri, cinsî sapıklıkla izah etmişti; bir vakitler onun bu görüşü epeyce revaç bulmuştu. Fakat kısa bir zaman sonra yakın mesai arkadaşı Alfred Adler (o da Yahudi asıllıdır), kendisine muhalefet ederek ayrılmış, psikanalizde ayrı bir yol tutmuştur. Bir müddet sonra yine yakın mesai arkadaşı ve meslektaşı olan İsviçreli Carl Young da (öl.1954) Freud’dan ayrılmış, onun bu tarz fikirlerine karşı çıkmıştır.
Aslında burada fâhiş bir hata ve bakış açısı var. O da şudur: Birçok bilimadamı ve felsefeci, çok mahdut, kayıtlı ve görünür tabiat sahasından öteye bir şey tanıyamayan muhtelif teknik aletleri kullanıyorlar; sonra sınırsız ve sonsuz olan deneme-ötesi/metafizik alanı, sınırlı olan tabiat âleminin verileriyle idrak etmeye ve anlamaya çalışıyorlar. İşte asıl hata buradan doğmakta, bu sınırlı tabiat âleminin esaslarını, mahiyeti ve yapısı icabı maddî âlemin esaslarına tâbi olması imkansız olan bir üst âleme tatbik ediyorlar. Freud’un bakış açısının sakatlığı da bu nasılcı/pozitivist anlayıştan doğmaktadır. Bu ve benzer sakat anlayışlara meşhur fizikçi Max Planck gibi birçok bilim insanı ve felsefecinin karşı durduğu ilgilenenlerin malumudur..
FREUD’UN ASIL KAYNAĞI NERESİDİR
Kitabın ithafından kendisinin Yahudi olduğu anlaşılan David Bakan isimli araştırmacı, yukarıda adı geçen eserinde hangi düşünce akımlarının Freud ile bağlantılı olduğunu araştırmıştır (s.24). Ona göre Freud, belli başlı fikirlerini Tevrat, Zebur ve İncil’deki bazı sözlerden (verbes/ayet) almış, aynı zamanda psikanaliz fikrini Yahudi Kabbal mezhebinden almıştır.
Freud’un tasavvuf hayatını ve mutasavvıfların Allah sevgisini, cinsî sapıklıkla izah etmesi, bizim okumuşlarımız arasında da bir hayli rağbet görmüştü. Tabiî ki bunların başında bir Osmanlı çocuğu olan “Akliye ve Asabiye Mütehassısı” Dr. İzzeddin Şâdan gelmektedir.
DR. İZZEDDİN ŞÂDÂN’IN TASAVVUF DÜŞMANLIĞI
Dr. İzzeddin Şâdân, bir asabiye ve akliye mütehassısı, yani günümüz tabiriyle bir psikiyatristtir. Kendisi bir Osmanlı çocuğu olup Osmanlı kültürü almıştır. Almanya’da ihtisas yapmış, Freud ile tanışmış, mektuplaşmış, Freud’un mesai arkadaşı iken ayrılan Carl Young gibi tanınmış Psikanalistlerin de dostu olmuştur.
İzzeddin Şâdân, 1943’te “ Birsâm-ı Saadet” namıyla 46 sayfalık bir kitap yayımlamıştır. Bu kitapta ülkemizin bir takım meselelerini Batılılaşma açısından tenkit etmiştir. Bu esnada bazı kimselerin tasavvufî hayatta Allah’a karşı duydukları derin sevgiyi Freud’un “cinsî sapıklık” (homoseksüalite) olarak yorumlamasını da benimsemiş ve bu zaviyeden İslâm mutasavvıflarını ağır ithamlar altında bırakmıştır.
Ona göre “İslâm tasavvufu, tamamen bir halet-i ruhiyyenin ifadesidir. Mutasavvıf haricî dünyayı idrak için ferdin kullandığı duygu yollarından hariç bir yol ile hâdisâtı idrak ettiğini iddia eder. Bu yol da kalb yoludur.”
Dr. İzzeddin Şâdân’a göre, ‘Kalb’ kelimesi, mutasavvıf için ortalama insan kitlesinin kullandığı mânâdan çok başka olarak ‘aşk ve şehvet’ ile aynı mânâyı taşır.
“Mutasavvıfın aşk telakkisi, tamamen erotomaniak mahiyettedir. Böylece haricî dünyanın idraki, aşkî ve cinsî bir mahiyet alır.”
Mutasavvıfın aşkı, insanlar arasında benzeyen cinsin (homoseksüel) duygusudur. Bu sebeple mutasavvıf, kâinatı, dış âlemi ve tabiatı bir mahbubun/sevgilinin yardımıyla idrak ettiğini iddia eder”(İ. Şâdân, Birsam-ı Saadet,s.a.g.e.,s.18-22, İstanbul,1943).
Dr. İzzeddin Şâdân, bizdeki müspet ilim düşmanlığının birinci sebebi olarak tasavvufu ve mutasavvıfları gösteriyor. Halbuki hiçbir hakikî mutasavvıf ve mürşit hiçbir ilim düşmanlığı yapmamıştır, aksine her türlü ilmi teşvik etmişlerdir.
Meselâ Akşemseddin Hazretleri kendisi “Maddet’ül-Hayât” adlı tıbbî eserinde “hastalıkların vücuda giren bir takım tohumlardan hâsıl olduğunu, kuluçka devirleriyle yani vücuda girişlerinden hastalığın meydana çıkışına kadar geçen süreleriyle beraber tespit ve izah ederek bakteriyoloji ilminin esaslarını kurmuştur.” İ. Hâmi Danişmend ,“Tarihî Hakikatler” adlı eserinde bu meseleyi şöyle değerlendirmektedir: “Akşemseddin’in mikroplar hakkındaki izahatı, nazariye değil, tecrübeye dayanan bir keşif mahiyetindedir” (Akşemseddin Semp. Bildirileri, Akşemseddin Vakfı yay.,Ankara,s.20).
Türkiye’nin ilk atom mühendisi, merhum Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’dir. Kendisi Batı’da yetişmiş olup oralarla da itibarlıydı. Bu zat bir tarikate mensup olduğunu kendisi hatıralarında ve TV’de söyledi. Rahmetli Erbakan Hoca ve İTÜ’deki birçok mesai arkadaşı, Turgut Özal ve kardeşi de bir şeyhe bağlı idiler. Bunlar ve daha niceleri, bizde müspet ilimlerin gelişmesine büyük katkıda bulunmuş kimselerdir. Dolayısıyla tasavvufun müspet ilim düşmanlığı fikri, safsatadan ibarettir.
TASAVVUF NEDİR Kİ BU KADAR DÜŞMANI VAR
Evvela şunu belirtelim ki tasavvuf hayatı, çok eski zamanlardan beri bütün dünyada görülen özel bir yaşayış, ruhî ve kalbî bir tecrübe hayatıdır. Bu bakımdan tasavvuf dünya çapında tarihî bir gerçekliktir. Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuğun kurucusu olan Platon (öl.m.s.272) da, fizikte Pascal kanunlarını bulan Blaise Pascal (öl.1662) da, Yahudi asıllı Hollandalı filozof Spinoza (öl.1677) ve daha birçok felsefeci de birer mistiktir (mutasavvıf). Dolayısıyla tasavvuf, Allah’ı çok anmak (zikretmek) suretiyle kalpteki ve ruhtaki dünyevî kirleri temizlemenin, böylece nefsânî arzuları dizginlemenin yoludur. Yani kulun Cibril Hadisi’nde tarif edilen “ihsan” yolunda kulun bu vasfı kazanma imkânı peşinde koşmasıdır.
Peki, ruhun kötülüklerle kirlenmesini ve kalbin kararmasını tasavvuf hayatı yaşamayan kimseler temizleyemezler mi? Çok ibadet etmek ve Allah’ı çok zikretmek suretiyle nefsin arzularına galip gelen herkes, kalbindeki mal-mülk, servet, şehvet, makam ve şöhret sevgisini geri plana atabilirse, pekâlâ tasavvufî hayatı yeterince yaşayabilir. Benim böyle tanıdıklarım oldu. Hiçbir tarikata mensup olmadan, ama dünyalık işlerini aksatmadan nefsanî arzularını dizginleyebilen bazı kimseleri tanıdım.
Bir öğretmenin nezaretinde belli şeyleri düzenli olarak öğrenmekle, kendi kendine öğrenmek arasında nasıl büyük bir farka varsa, bir tarikata intisap edip o tarikatın âdâbına ve nefis tezkiyesi usûlüne tâbi olarak bu hayatı yaşamak arasında da böyle mühim farklar vardır.
Tarikatlerin her birinde farklı zikir ve nefis tezkiyesi usûlleri vardır. Kimisi cehrî (açık) zikri, kimisi hafî (gizli) zikri, kimisi ferdî, kimisi de toplu zikri yaptırır. Herkesin kendi meşrebine uygun olanı seçme imkânı olur.
HEDEF NEDİR?
Hedef nefsin arzularına gem vurabilmek, insanın kendi arzularının esiri olmaktan kendisini kurtarmasıdır. Bu yolda her iman sahibinin ve özellikle her Müslümanın,
Öncelikle:
Allah’ı çok sevmesi,
O’nu sevdiği için Peygamber’i sevmesi ve ona tâbi olması icab eder.
Bunların olması için de zikrini artırması lâzımdır. Bu, zaten bizzat Kur’ân’da bildirilen Allah emridir.
Çünkü Allah, “De ki eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun, Allah da sizi sevsin, Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir” (âl-i İmrân, 3/31) buyurmaktadır.
Ayrıca Allah, Ahzâb Suresinde “Ey iman edenler! Allah’ı çok çok zikredin”(Ahzâb, 33/41), “…Sabah akşam O’nu tesbih edin”(Ahzâb, 33/42) diye Allah’ı çok çok zikretmemizi emrediyor. Yine aynı surede Rabbimiz, “Allah’ı çokça zikreden erkek ve kadınlara aff-ü mağfiret ve büyük mükâfât va’d etmektedir.(33/35) Başka bir ayette de “korkuyla ve ümidle Rablerine yalvarmak üzere ibadet ettikleri için onların vücudları, yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”(Secde, 32/16) Demek ki gece uykusunu ve rahatını bölüp ibadet etmek ve Allah’ı çokça zikretmek, sadece Peygamber’e mahsus bir vazife değildir. Bu bir tavsiyedir. Allah sevgisinin kulun kalbini doldurması için tavsiye edilen yollardan biridir. İsteyen bunu tatbik eder ve meyvesini alır, istemeyen bildiği zarûrî ibadetleri yaparak yoluna devam eder. Allah başka ayetlerde de “siz beni zikredin ben de sizi zikredeyim, lâkin inkâr edip nankörlük yapmayın” buyuruyor.
Soralım: Allah’ı çokça zikretmek, O’na ibadet etmek, O’na yaklaşıp kalbi Allah sevgisiyle doldurmaya çalışmak, Allah’a cinsî arzu beslemek midir? Bu nasıl bir Allah anlayışıdır? Allah mücessem (somut, maddî) bir varlık mıdır ki… Bu ne saygısızlıktır? Ömrünü manastırda geçirmiş, dünyayı terk etmiş keşişleri (ki onlardan şirk koşmayanların doğru yolda olduklarını Kur’an haber veriyor) bir tarafa bıraksak bile bir Cüneyd Bağdadî’yi, bir A. Geylânî’yi, tahtını terkederek sufî hayatı tercih eden bir İbrahim Edhem’i, Orta Asya’yı ve Anadolu’yu aydınlatan Ahmed Yesevî’yi, Hacı Bektaş Velî’yi, Hacı Bayram Velî’yi, İstanbul’un manevî fâtihi ve Fatih Sultan Mehmed gibi yiğidi yetiştiren Akşemseddin’i, Macaristandaki Gül Baba’yı, Sarı Saltuk’u, 1310’larda Ordu ve havalisini fetheden tarikat şeyhi ve ordu kumandanı Şit Abdal’ı ve daha nicelerini “cinsî sapık” kabul edeceğiz, öyle mi? Bu cinsî sapık denilen binlerce âlim ve mutasavvıf, evliyaullah Asya’yı, Afrika’yı, Balkanları, Kafkasları ve Anadolu’yu aydınlattıklarına göre, bunlara en ağır hakareti savuranlar en azından “zihnî sapık” değil midirler? “Cinsî sapık” denilen eşhasın aydınlattığı mekânları ve gönülleri, bu zihnî, fikrî, hissî sapıklar ve onların günümüzdeki çömezleri karartmış ve köreltmiş olmuyorlar mı?
Günümüzde de Freud’un çıraklığına soyunan İ. Şâdân’dan başka ülkemiz mensupları var. Onlar da “Eskiler alırım” diye sokaklarda dolaşanlar gibi, onun bunun terk ettiği köhne düşüncelere hazine bulmuş gibi sarılıyorlar; Allah’ın evliya kullarına en çirkin hakaretleri savuruyorlar. Eskileri alıp yeni diye pazarlamak kolay da bu hadsizlikler ve iftiralar, “gayretullah”a dokunmaz mı?
Yeniler eskileri alıp satarken meselâ ömrü boyunca Marksist fikirlere bağlı kalmış olan Vedat Nedim Tör, 1970’te Milliyet gazetesinde yazdığı uzun bir yazıda Freud’un insanlardaki en tabiî sevgiyi ve aşkı söndürdüğünü, dolayısıyla sanatı da öldürdüğünü yazıyor, böylece o eski düşünceleri söküp atıyordu. Yeniler de aksini yapıyorlar. Ne garip değil mi?
Not: Tasavvuf hayatının tarihteki faydası ve hatası hakkında merak edenler, sosyal psikolog Prof. Dr. Erol Güngör merhumun (İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken yay., İstanbul, 1982) adlı vukuflu eserini okuyabilirler.