İnsan nostalji duygusuna en çok ev, yurt, aile, gurbet ve sıla özlemi üzerinden kapılır. Nostalji, geçmişe özlem olduğu kadar bir daha asla gelmeyecek ve geri dönülemeyecek olanın da acısıdır. Evini yitiren insan, yeni bir eve kavuşsa bile düzeni, aile ve eşya ile kurduğu bağı sarsıldığı için kendini güvende hissetmesi hayli zaman alır. Ruhunun bir parçası da yitirdiğiyle gider.
Ev bahsi üzerine ne zaman düşünsem Ahmet Uluçay’ın şu sözlerini hatırlarım: “Gerçekten
insanın başının üstünde akmayan bir damın bulunması öyle ucuz bir mutluluk değil, bunun kıymetini bilmeli.”
Başını koyacak bir yastık, huzurla uyuduğun bir oda, kendinle kalabildiğin bir köşe sahiden de küçümsenecek basit ucuz bir mutluluk değil. Ev, insanı dağılmaktan, ücraya düşmekten, kayıp zamanlardan, yitiklik duygusundan korur. Yalnızca tabiatın fırtınalarına karşı değil, hayatın sert rüzgârlarına karşı da muhafaza eder. Bir şey dünyada canlı olarak var edilmişse onun mutlaka korunmaya ihtiyacı vardır. Ağacı koruyan toprağın derinlerindeki kökleridir. Elma incecik, ceviz sert bir kabukla sarılıdır. Gülü koruyan dikenidir. İnci, istiridyenin sert kabukları arasında saklanır. Her can, kendi yaradılışına uygun bir iklimde, mizacına göre bir meskende yaşar.
KENDİNE HAS BİR MEVSİMİ VAR
Ev felsefî ve metafizik boyutundan önce mekân ve sığınak olarak zihnimizde canlanır. İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri de kendini güvende hissedeceği korunaklı bir alandır. Ruhun bedenin içinde ikamet etmesi gibi beden de kendini koruyan bir mekânın içinde ikamet eder. Ev dünyadaki en güvenli, en emniyetli yerdir. Kendimize nerede sağlam bir dayanak bulursak orada iyi hissederiz. Tutunabildiğimiz, rahatça kalabildiğimiz, kalben ferah hissettiğimiz yerdir ev, tabiatın hayatın acımasızlıklarına karşı en korunaklı mekândır. İnsanı hırpalayan ve yorgun düşüren baş edilmesi en zor duygulardan biri de tekinsizlik hissidir. Kendini evinde hisseden insan bu duygudan uzaklaşır. Ev insanı hem dış dünyadan koparır hem de dış dünyaya huzurla açılmasını, ötekiyle bağ kurmasını sağlar.
Dünya ile olan bağımızı ev belirler: Bazen hayata olan güvenimizi sarsar, bazen perçinler, bazen hoyratlıklardan esirger bazen de tehlikenin bizzat kendisi olur. Evlerin de kendine has bir dili, iklimi, rüzgârı, uğultusu, fırtınası, kokusu vardır. Virginia Woolf “çünkü her evin kendi mevsimi vardır” der. Evimizin mevsimi en çok da ruhumuzu şekillendirir. Hangi dil hâkim olmuşsa bir eve, insanın ruhu da o dilin içinde meskûn olur. Kelimeleri yaşatan insandır. İnsanın özünü aşikâr eden de konuşurken, düşünürken, yazarken seçtiği kelimelerdir. Bir kelime, insanın diline gelince hayat bulur. Okurun evi, bir kitabın derinlerine dalmaktır. Yazarın evi, metnini kurduğu mekândır. Yazarın ördüğü metin onun duygu ve düşünce sığınağıdır. Yayınlandıktan sonra da okurun kendinden bir şeyler bulduğu düşünce burçlarıdır.
İKİ PENCERE BİR ÇATI
Ev kurmak, evler inşa etmek yeryüzüyle bir dil kurmaktır. İmarın ve iskânın olmadığı yeri mesken edineni istemez yeryüzü. Virginia Woolf “Londra Manzaraları”nda mimariye değinirken kâğıt gibi taşlar, un gibi tuğlalar kullanılmasını ve ince duvarları eleştirir. Bu durum çağımızın ciddiyetsizliğini, gösteriş düşkünlüğünü, aceleciliğini ve sorumsuzluğunu yansıtır. Sahiden de inşa edilen birçok ev dışardan bir şato gibidir fakat yeryüzüyle sağlam bir sözleşmesi yoktur bu evlerin. Bir evin sağlamlığı gösterişinden değil mütevazılığından anlaşılır. İnanmayanlar, Peygamberin sade, vakur ve dingin hâline anlam veremez, O’na inanmak için süslü, yaldızlı ve altından bir evi niye yok diye sorarlardı. Ev, görkemi ve gösterişiyle değil, yeryüzüyle sözleşmesi ve içindeki yuva itibarıyla anlamlıdır.
Modernize edilen her şey nesneleşir, araçsallaşır. Her şeyin kâr ve tüketim odaklı düşünüldüğü, insan hayatını hiçe sayan kapitalist sistemde evler, nesilden nesile kalıcı şekilde inşa edilmez. Bu evlerin temeli çürük ama vitrini güçlüdür. “Hayalinizdeki ev” veya “Cennetten bir köşe” aldatmacasıyla yapılan ve pazarlanan bu binalar, içinde hayatın yeşermediği konutlardır. Hepimizin bahçeli, çatılı ve müstakil bir ev hayali vardır. Çocukken ilk çizdiğimiz resim de iki pencereli, üçgen çatılı mütevazı bir evdir. Kat kat konutlarla göğü delen sistemin ne eve ne hayata şahsiyet atfeden bir bakışı vardır. Çağımızda ev artık ulaşılamaz bir imgedir, hayaldir.
Dünya ile aramıza bir hat çeken ev, hapis ve tutsaklık duygusu da verebilir, en özgür alan genişliğini sunarak bize kendimizi bulma imkânı da verebilir. Yazık ki her insanın bahtına huzurlu bir ev düşmez. Ev her insan için huzur içre bir mekân olmaz. Bazılarının şansı doğduğu evdir, bazılarının da doğduğu ev talihsizliğidir. Her insan evin sunduğu ahval ve şerait ile hayata bağlanır veya hayattan soğur. Emniyet ve güven duygusu insanın bütün hayatına yön verir. Yaralanan, zedelenen ve onarılmayan bir güven duygusu, insanı hayata karşı yenik düşürür, güçsüz kılar. Bazen en yakınların, köklerinden bağlı oldukların, sağlam bağlar kurdukların da güvenini sarsabilir. Güven onarılabilir ama insan kendini aynı yerden kıran ve kalbini çoraklaştıran güvensiz sulardan ancak emniyette olacağı bir yere taşınarak kurtulabilir.
KENDİMİZLE YÜZLEŞTİĞİMİZ BİR ÂLEM
Evin her bölümü, her köşesi hatıralar, izler, anılar, sevinçler, gözyaşları ve kırgınlıklarla örülüdür. İnsan nostalji duygusuna en çok ev, yurt, aile, gurbet ve sıla özlemi üzerinden kapılır. Evin mahzeni, çatı katı yahut tenha bir köşesi her an nostalji mekânına dönüşebilir. Nostalji, geçmişe özlem olduğu kadar bir daha asla gelmeyecek ve geri dönülemeyecek olanın da acısıdır. Evini yitiren insan, yeni bir eve kavuşsa bile düzeni, aile ve eşya ile kurduğu bağı sarsıldığı için kendini güvende hissetmesi hayli zaman alır. Ruhunun bir parçası da yitirdiğiyle gider. Derin bir nostalji duygusuyla kaybettiği evinin, dağılan yuvasının hasretini çeker. Alberto Eiguer “Evde her şey bir bağlar meselesidir” der. Ev yalnız bir barınak değil hayatın hem mihrak hem dönüm noktasıdır. Bütün hayati kararlar evde alınır. Bazen evine karşı yabancılaşır insan ama içinde en yapmacıksız, en kendisi olduğu hâliyle oradadır. Çünkü ev aynaya baktığımız, kendimizle yüzleştiğimiz, bu benim dediğimiz bir âlemdir.
Ev birinin buradayım dediği yerdir, sevilenle kurulan mekândır. “Senden ayrı ben bir mekân kurmadım” der Neşet Ertaş. Sevilen neredeyse ev de, ocak da, bucak da, yuva da, en mahrem alan da orasıdır. Ev bazen gidemediğin, hasret kaldığın, hayallerinde yaşattığın o yerdir. Sevdiklerin yanındaysa en derme çatma yer bile dünyanın en güzel, en huzurlu köşesidir.