Küresel ilişkilerin aynasında Ortadoğu’da yaşananlara bakmak (2)

04:0016/12/2024, Pazartesi
G: 16/12/2024, Pazartesi
Süleyman Seyfi Öğün

Dünyâ kamuoyu Rusya-Ukrayna savaşına kilitlenmiş iken patlayan 7 Ekim hâdisesi ve arkasından gelenler herkesi şaşırttı. Bunun rastgele yaşanmadığını artık daha rahat görebiliyoruz. İsrâil’in faşist, aşırılıkçı hükûmeti bunu kendisi için bir fırsata çevirdi ve Gazze’de kelimenin tam mânâsıyla bir soykırıma girişti. Bununla da kalmadı; operasyonunu Lübnan ve Sûriye’ye doğru genişletti. Bahsedilen genişleme, esâsen İran ile nihâî bir hesaplaşmayı hedeflemekteydi. Ama küresel ölçekte bunun iki boyutu

Dünyâ kamuoyu Rusya-Ukrayna savaşına kilitlenmiş iken patlayan 7 Ekim hâdisesi ve arkasından gelenler herkesi şaşırttı. Bunun rastgele yaşanmadığını artık daha rahat görebiliyoruz. İsrâil’in faşist, aşırılıkçı hükûmeti bunu kendisi için bir fırsata çevirdi ve Gazze’de kelimenin tam mânâsıyla bir soykırıma girişti. Bununla da kalmadı; operasyonunu Lübnan ve Sûriye’ye doğru genişletti. Bahsedilen genişleme, esâsen
İran ile nihâî bir hesaplaşmayı
hedeflemekteydi. Ama küresel ölçekte bunun iki boyutu daha vardı. Aynı safha sâdece İran’ın değil;
İran ile berâber Rusya’nın ve Çin’in de Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve nihâyet Afrika’dan ayağının kesilmesini
hedeflemekteydi.
Ukrayna ile savaşan Rusya; Hindistan ve Çin ile ilişkilerini sağlama almış, İran ve Kuzey Kore ile stratejik/askerî bir yakınlaşma içine girmişti. Nihâyet Çin, İran ile uzun vâdeli bir program üzerinden devreye girmiş, Körfez devletleriyle İran arasında barışa gidecek bir zemini oluşturmaya başlamıştı. İşte 7 Ekim ve sonrasında yaşananlar, bu süreçleri topyekûn bozmaya mâtuftu.
Rusya, Ortadoğu’da esen ve tırmanan İran karşıtlığı karşısında alabildiğine bocaladı.
Bilhassa Ukrayna savaşı sebebiyle Ortadoğu’daki askerî varlığını bir hayli azaltmıştı. İran olmaksızın Ortadoğu’da tutunamayacağını öngörüyordu. Lâkin İran ile aynı çizgide bulunmanın kendisi için bir çelişki olduğunun da farkındaydı. İsrâil’in saldırılarına göz yummak zorunda kaldı. Astana’yı devreye sokarak Esed rejimi ile Türkiye arasında bir anlaşma zemini yaratmak istedi. Geç kalınmış, biraz da can havliyle yapılmış bir hareketti bu. Bir Erdoğan-Esed görüşmesinin nâfile olduğunu aklı başında herkes öngörebilir. Eminim Türk devlet aklı da bunu görmüştü. Dahası, bunun İran tarafından asla istenmeyeceğini de biliyorlardı. Ama Türkiye şeklen de olsa sürece sâhip çıktı. Böylece, en azından reddeden taraf olmadı. Bunun son derecede doğru olduğunu; Rusya’nın da söyleyecek bir sözü kalmamış olduğunu görebiliyoruz.

Esed’in suyunun ısınmış olduğu artık anlaşılıyordu. Sûriye’nin Arap Birliği’ne yeniden kabûlü meselesi, yaklaşan fırtınayı gören Körfez Arapları ve Mısır’ın ona uzattığı son can simidi ise de bunun Esed’e fazlaca bir faydası olmadı.

İran da şaşkındı
. Bunun er geç yaşanacak kesin bir hesaplaşma olduğunu göremedi. Hizbullah 7 Ekim’in hemen ardından HAMAS’a destek vermedi. Eğer vermiş olsaydı tablo bugünkü gibi mi olurdu, bilemeyiz. İsrâil evvelâ İran’ın Lübnan’daki uzantısı olan Hizbullah’ı ağır bir mağlûbiyete uğrattı ve hudutlarından uzaklaştırarak Litani Nehri’nin kuzeyine sürdü. Daha sonra Sûriye’yi ağır bir bombardımana tâbi tutarak buradaki İran unsurlarını ezdi geçti. Artık Sûriye’deki kilit açılmaya başlayacaktı.
Türkiye Cumhûriyeti devletinin gelişmeleri çok sıkı tâkip etmiş olduğu anlaşılıyor
. İdlib’de hazırlanan yapılaşmaya ve hazırlıklara destek verdi. Bu arada, Irak’taki varlığını alabildiğine kuvvetlendirmiş, Pençe-Kilit operasyonlarıyla Kandil’i nefes alamaz hâle getirmişti. Bu harekâtlar, Sûriye’de yaşanacak olanlardan kopuk değerlendirilemez.
Esed’in çöküşüne giden ve eşanlı olarak Rusya ve İran’ı oyundan düşüren süreçleri anlatmaya gerek yok. Bunun,
bileşenlerinden ilkinin aklına dayanan bir Angloamerikan plânı olduğunu
daha ilk gün yazmış ve söylemiştim. Bölgesel düzeyde bunun, birbiriyle çatışan iki ayağı olduğunu da görmek gerekiyor. Bu iki unsur İsrâil ve Türkiye’den başkası değil.
Ortadoğu’da bundan sonra olacakların, aynı süreçte yer alan; lâkin çatışan iki taraf arasındaki bir bilek güreşi olacağını rahatlıkla iddia edebiliriz.
Kadim nehir Fırat burada yine belirleyici. Fırat’ın batısında İran ve Rusya’ya müzâhir PKK’yı temizleyen ve SMO ve HTŞ üzerindeki nüfûzuyla temâyüz eden diri bir Türkiye var. Bir senedir savaşan ve yorgun bir İsrâil, Türkiye’nin, Fırat’ın batısında kontrolü ele almasından ve Şam’da boy göstermesinden son derecede rahatsız.(Benzer bir rahatsızlığın, Katar hâriç Körfez Araplığı ve Mısır’da da olduğunu görüyoruz). Bir taraftan
Golan çevresinde kendisi için emniyetli bir sâha oluşturmanın
derdinde. Diğer taraftan Fırat’ın doğusundaki
PYD ile destek temaslarını arttırıyor.
İsrâil ile savaş istemediğini çeşitli vesilelerle açıklayan HTŞ’den rahat değil. Bir taraftan
HTŞ-SMO ordusu arasındaki akordu bozmak
veyâ
HTŞ bileşenlerini birbirine kırdırmak
; diğer taraftan
Türk devleti ile HTŞ arasındaki bağları aşındırmak
için elinden geleni yapacağından emin olabilirsiniz. İsrâil bununla da kalmayacaktır. Türkiye’nin Irak’ta sağlamlayan
Erbil’i de hedefleyecektir
. Yapacağı daha ileri bir hamle ise, İran’ı karıştırıp bir Türk-Fars savaşını tezgâhlamak olabilir.
Buna mukâbil Türkiye de boş durmuyor.
HTŞ ile PYD arasındaki mesâfeyi diri tutmaya çalışıyor. Diğer taraftan Fırat’ın doğusunda PYD varlığını yok etmek için radikal adımlar atıyor.
Artık şu çok iyi bilinmelidir ki Türkiye için mesele 30 km’lik bir emniyet şeridi oluşturmanın ötesinde geçmektedir. Türk hâriciye ve istihbaratı, yer yer HTŞ’nin desteğini alarak, yer yer Fırat’ın doğusundaki PYD dışındaki Kürt ve Arap unsurları devreye sokarak PYD’nin o coğrafyadaki ayağını yerden kesmek için çok mühim teşebbüslerde bulunuyor. İnşallah gerek kalmaz ama son çâre ise Türk Ordusunun devreye girmesi.
Bütün mesele,
Körfez ve Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Anglosakson enerji şirketleri tarafından Avrupa’ya ulaştırılmasında hangi yolun izleneceği
. En akılcı tercihin Türkiye olduğu muhakkak. Ama mesele bunun azgın İsrâil tarafından istenmemesi. İsrâil’in en büyük beklentisi ise, arkasına dev silâh ve teknoloji şirketlerinin desteğini almış olan Trump’ın işbaşına gelmesi. Trump, akıl bagajında iki çelişik unsuru taşıyor. Bir tarafıyla
hesâba, kitaba dayalı ekonomik bir akıl
var. Diğer tarafta ise
hayli bulanık işleyen Evanjelik bir ideolojik akıl...
İlki Türkiye’den yana işler. Diğeri ise İsrâil’den yana. Bakalım hangi akıl baskın gelecek. Bakalım İngiliz aklı Trump’ı ne kadar kontrol edebilecek... Şimdilik erken görülebilir ama bir soru daha: Eğer bilek güreşini Türkiye kazanırsa, bunun bedeli olarak bizden ne istenecek? Acaba yeni bir Kırım Savaşı’nın eşiğinde miyiz? Allah esirgesin…
#Ortadoğu
#dünya
#Süleyman Seyfi Öğün