İlim ve irfan dünyamızın seçkin isimlerinden merhum ve mağfur Celal Hoca’nın hayrülhalefi Sadettin Ökten Beyefendi’nin televizyon kanallarında yaptığı sohbetleri arada sırada ben de ilgiyle takip ediyorum. Geçen gün, TRT’nin kültür kanalını rastgele açınca yine o güzel sohbetlerinden birine şahit oldum. Hocamız, Bayezid ve çevresindeki tarihi eserlerden, Bayezid Camii’nden ve bu tarihi mabedin meşhur ve maruf imamı Abdurrahman Gürses’ten, Küllük Kahvesinden söz ediyordu. Bu konular beni de doğrudan alâkadar ettiği için pürdikkat kendisine kulak verdim.
Sadettin Hoca bir ara sözü, adı bu cami ile özdeş hale gelen “reisülkurra” unvanıyla muanven olan Abdurrahman Gürses Hoca’ya getirdi. Onun namazı müteakip okuduğu mihrabiye konusunda büyük bir titizlik gösterdiğini söyledi. Hoca Efendi, namazın bitiminde aşr-ı şerif okumaya hemen başlamaz, camiden bir an önce çıkmak isteyenlerin çıkmasını beklermiş. Sükûnet sağlanınca sekinet veren o güzel sesiyle cemaati gaşyedermiş. Böyle -mışlı, - mişli anlattığıma bakmayınız. Ben de bu etkileyici manzaraya defalarca şahit oldum. Gençlik yıllarımda Bayezid-i Veli Camii’ne daha çok bu Kur’an bülbülünü dinlemek için giderdim.
Sadettin Hoca, aynı konuşmasında devrin bazı kalburüstü insanlarının da sırf adı geçen hocanın arkasında namaz kılmak ve Kur’an dinlemek için Bayezid Camii’ne devam ettiklerini hatırlattı. Doğrudur. Ebû’l Ulâ Mardin gibi, İbnülemin Mahmud Kemal Bey gibi ilim adamları da aynı mabedin müdavimiydi. İbnülemin Bey, bu camide hadis okutan, Hacı Hüseyin Hüsnü Efendi’den yıllarca ders almıştı. Eksik kalmaması için belirteyim. Trabzonlu Hüseyin Hüsnü Efendi, Ankara İlahiyat Fakültesi’nin değerli hocalarından olup bir süre de Bayezid Devlet Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yapan Prof. Dr. Necati Lügal’in babası idi. İbnülemin eserlerinden birinde işte bu hadis âliminden uzun uzun bahsediyor.
Bu bilgiyi teyit eden bir anekdotu İbnülemin Son Asır Türk Şairleri’nin zeylinde Abdülhak Hamid’in ölümünden söz ederken şöyle anlatıyor:
“Ailelerimiz arasında bir asırlık hukuk ve meveddet olduğundan öteden beri hakkımda hürmet ve muhabbet gösterirdi. Vefanın mücessem misali olduğumu âşinalara söylerdi. O yaşta evime kadar gelmek zahmetini ihtiyar ederdi. Bir akşam da Bayan Lüsyen’le beraber gelmişler. Hizmetçi, evde bulunmadığımı söylemiş. Lüsyen, gelip gelmeyeceğimi sormak istemiş. Hâmid, sorma o camiden başka yere gitmez. Namaz kılınca evine gelir demiş. Otomobilin içinde beni beklemiş.
Son görüştüğümüz günlerden birinde dini, edebi, felsefi ve tarihi meselelerden bahsettiğimiz sırada bir aralık gözünü kapatıp şu beytin sânih olduğunu söyledi:
Bir ism-i celâl olsa gerek nâm-ı tabiat
Âyât-ı ilâhiyyedir ilhâm-ı tabiat”
Hatırlatayım, İbnülemin’in evi Bayezid Camii’ne çok yakındı.
Sadede gelecek olursak, Reisülkurra Abdurrahman Gürses Hoca Efendi din görevlilerimiz arasında nev’i şahsına münhasır bir kimseydi. Âlim, arif, vakur ve mütevazı idi. Dini konularda, özellikle Kur’an’a hürmet hususunda son derece titizdi ve ilahi kitabımıza yapılan saygısızlığı asla affetmezdi. İşte bu hassasiyetinden dolayı ve olur olmaz yerlerde açılır da gerekli hürmet gösterilmez diye ses kayıt cihazına (teyibe) Kur’an okumamıştı. Esefle ifade edeyim ki, hocalarımızın birçoğu buna dikkat etmiyorlar, camideki mikrofonu sonuna kadar açarak Kur’an sesini dışarı veriyorlar. Böyle olunca -affedersiniz- Kur’an sesi caminin helalarından bile duyuluyor. Bu ne densizlik! Edeb yâhû!
Abdurrahman Gürses hocamızın bu husustaki dikkatini ve rikkatini gösteren birçok menkıbesinin olduğunu biliyoruz. Yakınlarından birinin anlattığına göre, Hoca Efendi bir toplantıya davet ediliyor. Konuşmadan önce bir aşr-ı şerif okumak için kürsüye çıkıyor. Tam okumaya başlayacağı sırada görgüsüz bir görevli sahneye fırlıyor, Hoca’nın kulağına eğilip hocam sizden sonra Necip Fazıl Bey konuşma yapacak, çok kısa bir aşır okuyun deme küstahlığında bulunuyor. Hoca Efendi, hiçbir cevap vermiyor, sadece Besmele çekip ve sadakallahülazim deyip kürsüyü terk ediyor.
Hoca Efendi’nin vefatından sonra yayımlanan kitaplar okunursa, onun bu hassasiyetini anlatan daha birçok özelliğinin bulunduğu anlaşılır. İşte bir örnek daha:
İsmail Kara arkadaşımız merhumla ilgili yazısının bir yerinde şu paragrafa da yer vermiş:
“Bizim okuduğumuz yıllarda İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda çokça kurs açılırdı. 71 veya 72 yılının ikinci döneminde, isteyen hafızlar için açılan talim kursuna Abdurrahman Hoca gelmişti. Ben de bu kursta kendisinden bir iki ay ders alma şerefine nail oldum. İlk derste, muhtemelen seviyemizi görmek için hepimize birer aşr-ı şerif okuttu. Ben de 22. sure olan ve kıyamet tasvirleriyle başlayan Hac Suresi’nin ilk ayetlerini okudum. Kan ter içinde, ‘Sadakallahülazim’ der demez Hoca Efendi, yumuşak bir sesle bilmediğim bir hususu bana hatırlattı: ‘Evladım, aşr-ı şeriflerde kıyamet, azap, ikap ayetleri yerine nimet, fazl ü kerem, dua ayetlerini tercih etmek daha münasiptir. Sen kıyametin o dehşetengiz tasvirlerini okurken ben burada korkudan ecel terleri döktüm.”
Bayezid’den söz edilir de Küllük Kıraathanesi yahut Çınaraltı Açık Hava Kahvesi gündeme gelmez mi? Sadettin Hoca da bunu bildiği için, Necip Fazıl’ın “Küllük Akademyası” başlığıyla kaleme aldığı yazının şu ilk paragrafını okudu.
“Beyazıt Camii’ne bitişik ağaçlıklı kahve… Arkasını verdiği caminin vakarlı duvarı ve yüzünü çevirdiği lokantanın döner kebabı arasında bir yer. Her cinsten, sınıftan, mezhepten, zevkten, kılıktan, edadan bir mahşer… Arada bir, musalla taşına varabilmek için bu kalabalıktan yol rica eden cenazeler… İslam cenazesi geçerken, Frenk muaşeret kitaplarındaki bir kaide titizliğiyle ayağa kalkan zarif adamlar kütlesi.”
Necip Fazıl’ın bu yazısının yanı sıra, daha birçok şair ve yazar tarafından İstanbul’un -şimdilerde yerinde yeller esen- bu tipik mekânını anlatan böyle birçok “Küllük” yazısı benim dosyalarımdan birinde kitaplaşmayı bekliyor. İnşallah merhun vakti, merhum olmadan gelir.
İsterseniz bir kere daha tekrarlayalım. Bayezid Meydanı ve çevresi selatin camisiyle, medresesiyle, kütüphanesiyle, Darül kurrasıyla, Sahaflar Çarşısıyla ve asırlık çınarlarıyla eski adı “Dârülfünun” olan üniversitesiyle İstanbul’un orta yerine vurulan muhteşem bir Osmanlı mührüdür. Unutmayalım. Sultan İkinci Mehmet İstanbul’un fatihi, oğlu İkinci Bayezid de bu tarihi Osmanlı payitahtını ihya, imar ve inşa eden son derece değerli bir padişahtır. O da babası gibi, kendi “binâgerdesi” olan büyük caminin kıble tarafındaki türbesinde yalnız yatıyor. Cennet bahçesi diyebileceğimiz yanı başındaki tarihi hazirede de birçok tarihi şahsiyetin mezarı bulunuyor. Çok insan bilmez, biraz sevilen, bir hayli sevilmeyen ve Tanzimatı ilan eden Mustafa Reşit Paşa’nın türbesi de aynı hazirenin ana caddeye bakan köşesinde bulunuyor. Size bir şey söyleyeyim mi, ne zaman bu türbenin önünden geçsem, Cemil Meriç’in “Tanzimat uçuruma açılan bir dehliz” diye başlayan o çok önemli yazısını hatırlıyorum.
Bu yazıyı yine Bayezid Camii’nin kubbelerini o lâhûtî sesiyle inleten, çınlatan ve süsleyen Abdurrahman Hocayla bitirelim: Efendi Hazretleri, yıllarca içini mekân tuttuğu bu caminin dışındaki hazirede mahşeri bekliyor.
Rahmetullahi aleyh!...
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.