Yetiştirmiş olduğu âlimlerin sayısına ve onların ilmi seviyelerine bakılırsa memleketim olan Tokat’ın ne kadar mümbit bir şehir olduğu derhal anlaşılır. Mesela Fatih Sultan Mehmet’in bile karşılaştığında ayağa kalktığı ve asrımızın İmam-ı Âzamı diye taltif ettiği Molla Hüsrev işte bu büyük âlimlerden biridir. Ayrıca yine aynı hükümdarın özel kütüphanesinin hafız-ı kütübü olan Molla Lütfü de Tokat’ta dünyaya gelen bir ayaklı kütüphanedir. Bunun da kafasının içi, sorumluluğunu üzerine aldığı kütüphane kadar zengindir. Fatih, onunla şakalaşmaktan bile hoşlanıyordu. Bu allame Feshane’nin karşısındaki açık türbesinde yatıyor. Ne yazık ki Sultan İkinci Bayezid zamanında akran hasedine uğrayarak idam edildi.
Diğer Tokatlı ulemadan ve üdebadan, hatta müverrihinden biri de Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim Han’ın şeyhülislamı meşhur İbn-i Kemal’dir. O da, Molla Lütfü gibi Yavuz’un iltifatlarına nail olmuştur. Az çok tarih bilen herkes onun çamur sıçrayan kaftan hikâyesini hatırlar. Devam ediyoruz. Dördüncü Murad devrinin ilim dağarcığı kabul edilen Şeyhülislam Kazâbâdi Ahmed Muid Efendi’nin maskat-ı re’si de (doğduğu yer de) aynı şehirdir. Zaten Kazâbâdi kelimesi de bu memleketine işaret etmektedir. Kazova, Tokat ile Zile arasında uzanan gayet verimli bir ovadır. Son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de Tokatlıdır. Ayrıca Zeyrek’te yatan Mehmet Emin Tokadi’nin, Bolu yolundaki Hayreddin-i Tokadi’nin bilmem ki Tokatlı olduğunu söylemek gerekir mi? Az daha unutuyordum, büyük İslam âlimi Molla Cami’nin medrese arkadaşı Melihi de şiirleriyle Fatih Sultan Mehmed’i bile etkileyen Tokatlı bir şairdir. Bu listeyi daha da uzatabiliriz ama maksat anlaşıldığı için buna gerek yok desem de, Tokatlı ulema zincirinin son halkalarından birinden daha bahsetmek, onunla alakalı dikkat çekici bir makaleyi nakletmek istiyorum.
Bu zat eski İstanbul müftülerinden Bekir Hâki Yener’dir. Merhum Hoca Efendi aslen Dağıstanlıdır. Sonradan Tokat’ın Zile ilçesine gelip yerleşmiştir ve böylece Tokatlı ulema sınıfının arasında yer almıştır. Ben bu zatın ismini tâ Tokat İmam-Hatip okulu yıllarından beri duyardım ama hakkında fazla bilgim yoktu. Geçen gün Mayıs 1978 tarihli Tohum Dergisinde “Bekir Hâki Hoca Efendi” başlıklı ve Eyüp Said Tokatlı imzalı yazıyla karşılaşınca merakla okumaya başladım ve orada verilen bilgilerden çok istifade ettim. Sizin de ilginizi çekeceğini düşünerek bu yazıyı aşağıya alıyorum.
“Eski devrin son yâdigarlarının sonuncusunu da kaybetmiş bulunuyoruz. Dersiâmlar zincirinin son ve en büyük halkalarından biri olan Bekir Hâki Hoca Efendi, 96 sene gibi hareketli ve bereketli bir ömür sürdükten sonra 2 Mart 1975 Pazar günü saat 02’de bu fâni dünyaya gözlerini yumdu. Nüfus kâğıdına göre Hicri 1299 tarihinde Dağıstan’ın Karbağ bölgesinde doğan hocamız, -eskilerde âdet olduğu gibi- gerçek yaşını kimseye söylemezdi. Bir gün hocam dedim; nüfus kaydınızdaki doğum tarihiniz doğru mu? Oğlum, dedi. Biz göçebe bir aileydik. Yazın yaylaya çıkar, kışları da Aras vadisinde geçirirdik. Doğan çocukları hemen kaydettirme imkânı olmadığı için, kim bilir, ben doğduktan kaç sene sonra nüfusa yazılmışımdır. Böyle olunca hocamız yüz yaşını aşmış olmalı.
Tahsilinin mühim bir kısmını Dağıstan’da yapmış, orada sarf, nahiv, mantık, Arap ve Fars edebiyatının kaynak eserlerini âdeta ezberlemişti. Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı hâlâ ezberindeydi. Bir gün Ebû Temmam’ın Dîvânü’l – Hamâsesi’nden bahsederken kasideleri ezbere okumaya başladı. Aman hocam bu ne hal! Bunları ne zaman ezberlediniz, dedim. Oğlum, ezberlemek için değil, zevk için okuyorum, onlar da hafızama nakşediliyor buyurdular.
Hoca Efendi, deha derecesinde bir zekâya sahipti. Firuzâbâdî’nin meşhur Kâmus’unu ‘şın’ harfine kadar ezberlediğini söylerdi.
Sıhah-ı Cevheri’yi yanı başından hiç eksik etmez ve ‘Gözel kardaş, Kur’an’dan sonra en çok bu lügatı severim. Çünkü lügat olmazsa Kur’an-ı Kerim’i nasıl anlarız, derdi. Kadı Beyzavi tefsiriyle birlikte birçok hadis kitaplarının isimlerini sayardı. Hocamız, Dağıstan yaylalarında çeşitli mahrumiyetlere rağmen iyi bir tahsil görmüştü. Daha sonra Türkiye’ye hicret edip Tokat’ın Zile kazasına yerleşen üstadımız bu göçleri anlatırken, o günleri tekrar yaşıyormuş gibi heyecanlanır ve şöyle derdi: Oğlum, bizim iki kıblemiz vardı. Biri Kâbe-i Muazzama, diğeri de Hilafet makâmı olan İstanbul! Gözlerimiz ufukta günlerce heyecanla yürüdük. Osmanlı toprağına ayak basınca babam hemen secdeye kapandı.
Tahsilinin geriye kalan kısmını o zamanki Tokat müftüsünden tamamlayan Bekir Haki Efendi, İstanbul’a gelerek, üç ay sonra açılan Ruus (profesörlük) imtihanını kazandı ve Bayezid dersiâmı oldu. Medreseler kapatılıncaya kadar müderrisliğe devam etti. Bu tarihten sonra avukatlık, Süleymaniye Kütüphanesi’nde eski eser uzmanlığı, Eminönü müftülüğü ve İst. Merkez Vaizliği yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da İstanbul müftülüğüne getirildi.
Sözün burasında, gelecek nesillere ibret teşkil edecek, o günkü ihtilalcilerin zihniyetlerini ortaya koyacak bir hadiseyi kaydetmek istiyorum. O devrin askeri valisi General Refik Tulga, bir gün yanında yüksek rütbeli iki subayla İstanbul Müftüsü Bekir Hâki Efendi’yi makamında ziyarete gelir. Hocam, emir verin de ezan Türkçe okunsun, der. Hoca Efendi, biz burada kendi başımıza buyruk değiliz. Diyanet başkanlığımız var. Onlardan böyle bir emir almadıkça biz kendiliğimizden herhangi bir şey yapamayız, cevabını verir. Vali diretir. Siz, pekâlâ emir verirsiniz, ben de emrediyorum, ezan Türkçe okunsun! Merhum Hoca Efendi, valinin yüzüne mânâlı mânâlı bakar, o nurlu sakalını eliyle tutarak, oğlum, ben bu yaştan sonra gâvur olamam deyince vali, ezanı Türkçe okumak gâvurluk mudur diye ısrar edince şu karşılığı alır: Oğlum, sen onu bilemezsin, o bizim sahamızdır, onu biz biliriz.
Böyle bir durum karşısında bir diktacının başvuracağı tek çare tehdittir. Vali de bunu yapmakta gecikmez. Öyleyse siz de bu makamda daha fazla kalamazsınız! Hocamız, iman ve şahsiyet sahibi bir İslam âlimine yakışan şu cevabı verir:
-
Oğlum, anam beni bu makamda doğurmadı. Zaten biz hizmet edeceğimize inandığımız müddetçe burada kalırız, aksi halde çekip gideriz! Netice mâlum. Bir hafta sonra hoca müftülükten alınır.
Hocamız geniş bir ansiklopedik mâlûmâta sahipti. Daha çok hadis ve siyerde otoriteydi. Siz ona Kütüb-ü Sitte’de ve Müsned’de mevcut bir hadisin başından bir iki kelime okursanız, o hadisi sonuna kadar ezbere okur, rivayetler arasındaki farkları anlatır ve geniş mâlûmât verirdi. “Muvatta” isimli hadis kitabını hiç elinden düşürmez, ne zaman eline alsa muhakkak öperdi. Diğer hadis kitaplarına ve esere dair ne kadar yazma, basma, şerh, hâşiye ve tâlik varsa hemen hepsini toplamıştı.
Türk, Arap ve Fars edebiyatına hakkıyla vâkıf olan hocamız bu üç dilde de şairdi. Ne yazık ki şiirlerini derleyip toplayarak bir araya getirmediği gibi kitap yazma işinden de uzak durdu. Onun kitapları yetiştirdiği talebeleridir.
Bekir Hâki Efendi’nin bir meziyeti de Ehl-i Beyt’i çok sevmesiydi. Şüphesiz her Müslüman Peygamberimiz'in Nesl-i Pâkini sever amma; hocanın sevgisi bambaşkaydı. Biliyoruz ki Efendimiz bir gün Hz. Ali’yi, toprağa belenmiş yatarken görür ve kalk ey toprak babası mânâsına gelen Ebu Türab diye hitap edince bu Hz. Ali’nin çok hoşuna gider ve ‘Ebu’d-Türab’ı kendisine künye edinir. İşte bundan dolayıdır ki Hoca Efendi, toprak, toprağa ait mânâsına gelen ‘hâki’yi ikinci bir isim olarak almıştır. Gerçekten de toprak gibi son derece mahviyetkâr ve alçak gönüllüydü. Dünyaya ve dünya nimetlerine metelik vermeyen gözü gönlü tok, rind meşrep bir zattı.
Sultanahmed Camii eski baş imamı Şefik Efendi’yi çok seviyordu. Nitekim vefat edince onun yanına defnedildi. Mâlûm, kişi sevdiğiyle beraberdir.”
İşte dört başı mâmur İslam âlimi böyle olur. Rahmetullahi aleyh!..
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.