İçinde yaşadığı gerçekliğin değişimini fark edemeyen bireyler ve sosyal birimler, zaman içinde “mış gibi yapılan” rollerin ve değişen gerçekliğin trajedisini daha derinden yaşamak zorunda kalır. Bir sorunun tespit edilmesi ve çözüme kavuşturulması için o sorunun kaynaklandığı gerçekliğe yönelmek gerekir. Gerçeklerden kaçmak, sorunları görmezden gelmeye ve daha da büyütmeye sebep olabilir.
Türkiye’de üniversitelerde sosyoloji bölümünde okuyanların en çok muhatap oldukları sorulardan biri, “Mezun olunca ne olacaksın” sorusudur. Açılan üniversite ve bölüm sayısındaki artış, mezunların istihdamı konusunda yaşanan sıkıntılar, bugün geçmişten daha farklı bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Türkiye’de iyi yetişmiş sosyologlara ve sosyolojik analizlere ihtiyaç olduğu genel geçer bir ifade olarak daima dile getirilmiştir. Ne var ki bu genel geçer ifade dile getirilirken Türkiye’de bir sosyal bilim olarak sosyolojinin kendi hikayesinin de sosyolojik bir bağlamda şekillendiği çoğunlukla göz ardı edilir.
GEÇ KALINDI
Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılındayız. Osmanlı Devleti’nin dağılış sürecinde özellikle II. Meşrutiyet döneminde devletin ve toplumun örgütlenmesini yeniden sağlama zorunluluğuna bağlı olarak sosyolojiye önemli bir misyon yüklenmişti. Ziya Gökalp’in Emilé Durkheim’dan etkilenen ve kavramlar temelinde teorik yaklaşımının Cumhuriyet’in kuruluşu öncesinde ve sonrasında etkileri takip edilebilir. Zamanla değişen uygulamalarda bu etkinin ne kadar devam ettiği tartışılsa da sosyolojiye kurucu bir rol verilmesi ve sosyolojik bilgiye atfedilen önem dikkate değerdir. Cumhuriyet’in kurulmasının hemen ardından Ankara’da kurulacak ilk yüksek okul olarak İçtimaiyat Enstitüsü’nün kurulmasına karar verilmiştir. Bu iş için Ziya Gökalp görevlendirilmişse de Gökalp’in erken vefatı üzerine böyle bir enstitü kurulmamıştır. 1930’lu yıllarda dönemin dil, tarih ve kültür politikaları, toplumsal gerçekliğin ne olduğuna odaklanmaktan çok ne olması ve hatta oldurulması gerektiğine vurguyla sosyolojiden çok fizikî antropolojiye yönelmiştir.
UYGULAMALI ÇALIŞMALARA MÜDAHELE
Ulus devlet ideolojisinin doğrudan hayata geçeceği yüksek okul olarak Ankara’da kurulan Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde bir sosyoloji bölümü ya da herhangi bir bölüme bağlı sosyoloji kürsüsü kurulmamıştır. Hatta bu fakültede bir felsefe bölümü de açılmamıştır. 1938 yılı sonunda Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel, 1939’da DTCF’de felsefe bölümünün ve bu bölüme bağlı bir sosyoloji kürsüsünün kurulmasını sağlamıştır. Bu kürsüye görevlendirilen Behice Boran ve Niyazi Berkes, doktora için gittikleri Amerika Birleşik Devletleri’ndeki uygulamalı sosyoloji tecrübelerini köy araştırmalarıyla hayata geçirmişlerdir. Ne var ki bu isimler sosyolog olmaları ve sosyolojiye yaptıkları katkılardan çok siyasi görüşleri üzerinden değerlendirilmişlerdir. II. Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasi ortamda 1948 yılında üniversiteden uzaklaştırılmışlardır. Yıllarca sosyoloji ve sosyalizm birbirlerine bağlı, birbirlerini çağrıştıran iki kavram gibi kullanılmıştır.
POLİTİKA UYGULAYICILARLA İLETİŞİM YETERSİZ KALDI
Bu yaşananların ideolojik tartışmaların ötesinde Türkiye’de uygulamalı sosyolojik çalışmaların gecikmesiyle ilgili bir sonucu ve maliyeti olmuştur. İlerleyen yıllarda sosyoloji bölümlerinin artışına bağlı olarak uygulamalı çalışmalar da artmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı ve Aile Araştırma Kurumu tarafından önemli sosyolojik araştırmalar da yaptırılmıştır. Bütün bu birikimin toplumun lehine kullanılması konusunda yeterli verim alınamamıştır.
Türkiye’de kentleşme, sanayileşme, demokratikleşme, gençlik olayları gibi değişimler yaşanırken sosyologlar ve diğer sosyal bilimcilerle politika uygulayıcılar arasında yeterli iletişimin olmadığı bilinen bir durumdur. Türk sosyoloji tarihi açısından böyle bir uygulama geleneğinin oluşmasının önünde engel olan birkaç sebep tespit edilebilir. Öncelikle akademisyen sosyologların büyük kısmı, üniversitelerde ders veren, tez yöneten, unvan alarak yükselen ve bu sınırlarda bilgi üreten insanlardır. Ayrıca uzun bir süre yükseköğretim mezunu sayısının az olması dolayısıyla sosyoloji bölümü mezunlarının felsefe grubu öğretmeni olarak liselerde istihdam imkânı bulmaları, mezunların uygulamalı sosyolojiye uzak kalmalarına sebep olmuştur. Çünkü bölümlerde ders müfredatları çoğunlukla teorik literatürün aktarımı şeklinde hazırlanmıştır. Ancak yaklaşık 25 yıldır bu istihdam imkânı oldukça zayıflamasına rağmen yeni kurulan bölümlerde de eski müfredatın hakimiyeti devam etmektedir.
DERSLERDE TÜRK TOPLUMUNA DAİR BİLGİ YOK
Resmi olan ya da olmayan kuruluşlarda sosyologlardan faydalanamamak, bir diğer önemli meseledir. Bu durum, tek yönlü değerlendirilmemelidir. Sosyoloji bölümlerinden mezun olanların entelektüel becerilerinin yanında toplumsal gerçekliği çok yönlü olarak anlama, analiz etme, sorunları tespit etme ve sorunlara çözüm üretmeyle ilgili öngörülerde bulunma becerilerinin oluşması gerekmektedir. Düzenli, takip edilebilir veri akışının sürekliliğini makro ve mikro boyutlarıyla tespit etmek için hem entelektüel gelişime hem de uygulamalı sosyolojik araştırmaların lisans düzeyinde yoğun bir şekilde başlamasına ihtiyaç vardır. Pek çok bölümde bu yönde pratik bir eğitim verilememektedir. Ayrıca derslerde tamamen yabancı dilde ya da tercüme metinlerin takip edildiği ve Türk toplumuna dair hiçbir bilginin verilmediği bölümler de bulunmaktadır. Bu da başka bir yabancılaşma biçimidir. Kaldı ki sosyoloji eğitiminde ve istihdamında aile, göç, kent, suç, eğitim sosyolojisi gibi uygulamalı alt alanlara odaklanan alternatiflerin de tartışılması gerekmektedir.
MEMLEKET MESELESİ
Sosyoloji, gerçekliğin bir düzenlilik olarak kabul edildiğinde bile göründüğünden farklı yönlere sahip olduğunu gösteren bir disiplindir. Bu nedenle kabullerini ve kurgularını sorgulama zahmetine girmeyen pek çok insan için can sıkma potansiyeli vardır. İçinde yaşadığı gerçekliğin değişimini fark edemeyen bireyler ve sosyal birimler, zaman içinde “mış gibi yapılan” rollerin ve değişen gerçekliğin trajedisini daha derinden yaşamak zorunda kalır. Ölçülebilir ya da nitel verilere dayanan uygulamalı çalışmalar, bir şeylerin zannedildiği ya da bize sunulduğu gibi olmadığını gösterebilir. Bir sorunun tespit edilmesi ve çözüme kavuşturulması için o sorunun kaynaklandığı gerçekliğe yönelmek gerekir. Gerçeklerden kaçmak, sorunları görmezden gelmeye ve daha da büyütmeye sebep olabilir.
20. yüzyıl başında Türkiye’de sosyolojiden beklenen, devletin ve toplumun dağılma aşamasında yeniden organize olmasını sağlamaktı. Cumhuriyet’in 100. yılında sosyolojinin toplumsal dayanışmaya katkısı, sorunların tespit edilmesi ve çözümü noktasında ihtiyacın devam ettiği ortadadır. Elbette bu ihtiyaç, değişen şartlar bağlamında değerlendirilmelidir. Bunun için sosyoloji bölümlerinin, derneklerinin, ilgili resmi ve sivil kuruluşların birlikte hareket etmeleri ve sosyolojik bilgi üretiminin niteliğinin ne olması gerektiği konusunda ortak karar almaları daha öncelikli bir meseledir. Türkiye’de sosyoloji eğitimi meselesi, bir memleket meselesi olmaya devam ediyor.