Kur’an’da “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan ulü’l-emre de…” (Nisa, 59) ayeti var. Ulü’l-emr’in, Kur’an ve sünnetle çelişmeyen emirlerine uymak vaciptir. Peki bu emirler vacip olacak, ama Resulullah’ın emirlerine uymaya sıra gelince Kur’an bize yeter denecek, öyle mi? İnsanlar Kur’an’da olmayan hükümlerle alakalı aklını kullanıp hüküm verecek, ama hüküm vermede Resulullah söz konusu olunca, olmaz, Kur’an bize yeter denecek, öyle mi?
Sünnet, Kur’an’ın anlaşılması açısından vazgeçilmez bir kaynaktır. Sünnet olmazsa, tek kaynak Kur’an olacak demektir. Bu durumda Kur’an’da olmayan meseleleri, “Allah’a ve Resulü’ne döndürün” emrinin aksine akılla çözmeye çalışacağız! Bu da Resul’e, hüküm koymayı çok gören, hatta şirk kabul edenler açısından akıllarıyla hüküm verecekleri anlamına gelir! Elbette Kur’an ve sünnetin akla açtığı bir alan vardır. Bu ayrı bir şey. Ama akla alan açmadığı konularda bile biz aklımızla hüküm inşa edeceğiz. Zira başka yolu yoktur. İşte bundan dolayı ittiba edildiğinde sünnet, hükmü verilen konularda tartışmaları bitiren bir delildir. Hevasına tabi olanların bunu kabul etmemeleri kendilerinin bileceği bir şeydir. Burada özellikle hiç kimsenin normal şartlarda itiraz edemeyeceği örnekler üzerinden sünnetin fonksiyonuna dikkat çekmek istiyorum.
NESİLLER BOYU SÜREGELEN UYGULAMA
Sünnetin tespitinin bir yolu haber-i vahid ise; diğer yolu da haber-i tevatürdür. Mesela şefaat, kabir azabı, nuzul-i İsa böyle bir haber-i tevatürdür. Ama burada tevatürün çok önemli bir başka boyutu daha vardır. Bu da “amelî tevatür”dür, yani “nesiller boyu süregelen uygulama”dır. O kadar ki, bu amelî sünnet ve uygulamalar olmasa Kur’an’ı anlamak ve yaşamak mümkün olmaz. Bugün Kur’an’ı anlamaya çalışırken lafızlara zorlama manalar vermenin arkasında yatan sebeplerden biri de Hz. Peygamber ve sahabeden beri gelen “uygulama”yı göz ardı etmektir. Bu uygulamayı dikkate almazsak sadece ayeti yanlış anlamış olmayız, onu modern bir takım görüşlere de uydurmuş oluruz. Şimdi uygulamalardan örnekler vermek istiyorum:
Allah, “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın” (Cuma, 9-10) buyurur. Cuma namazına koşmakla ilgili açık bir emir vardır. Tabii bu koşmak bildiğimiz koşmak değil, “işinizi bırakın, acele ederek cumaya yetişin” demektir. Bu ayrı bir konu. Ayette “Ey iman edenler” şeklinde umumi bir ifade kullanıldığına dayanarak bugün kadın ve erkeğe cuma namazı kılmanın farz olduğunu söyleyenler vardır. Bu görüş, tamamen modern şartlanmışlıkla sözde kadını toplumsallaştırmanın yöntemlerinden biridir. Bir şeye farz demek ciddi bir durumdur. Evet, kadınlar cuma namazına katılabilir, vaaz, sohbet dinleyebilir. Ancak bu farz mıdır? Hayır. Bunu nereden anlıyoruz? Konuyla ilgili bir hadis olsa da (Ebû Dâvûd, Salat, 208) asıl “uygulama”dan bunu anlıyoruz. Ümmetin alimleri, Peygamber ve sahabeden bu yana “uygulama”yı görmüş ve kadınlara cumanın farz olmadığını tespit etmiştir. Bid’at fırkalar dahil, buna itiraz eden bir Allah kuluna da rastlanmamıştır.
EMRİ FARZ OLMAYANI NASIL ANLAYACAĞIZ?
Bir de cuma hutbesi vardır. Kur’an’da böyle bir şey geçmez. Bugün maalesef buna dayanarak cuma hutbesinin siyasi bir propaganda aracı, dolayısıyla uyduruk bir şey olduğunu iddia edenler vardır. Bugün Şii dünyasında dahi bu uygulama yaşamaktadır. O halde Sünni’siyle bid’at fırkasıyla ümmetin bir bütün olarak Peygamber’den (sav) bu yana yaşattığı, uyguladığı ve bugüne taşıdığı bir amel nasıl uyduruk bir şey olabilir?! Buna dahi uyduruk diyebilen bir zihniyet başka neye demez ki! Acaba bu zihniyetin elinde uyduruk olmayan bir şey kalır mı ki?! Diğer taraftan elbette cuma hutbesinin siyasi tarafı vardır. Orada ümmetin sorunları dile getirilir. Gayrimüslimlere veya İslam düşmanlarına karşı nasıl tavırlar takınılacağı anlatılır, böylece İslam ümmeti bilinçlendirilir.
Yukarıdaki ayette ayrıca “Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın” emri vardır. Ortada Allah’ın bir emri söz konusudur. Bazı mü’minler camide oturup zikir ve tespihle meşgul olsalar emre aykırı mı hareket etmiş olurlar? Hayır. İlk emir olan “koşun” emri farz olsa da ikinci emir ibahadır. Neden? Tek sebebi uygulamadır. Hz. Peygamber ve sahabe döneminde bu uygulama görülmüş, mezhep imamları döneminde bu uygulamadan yola çıkarak ayetteki emre ibaha emri denmiştir. Buna göre mana “illa dağılın” değil, “dağılabilirsiniz” demektir.
Yine cuma namazıyla ilgili Allah “Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman…” buyurmaktadır. Kur’an’da ezana sadece burada temas edilmektedir. Hatta ezan değil, “nida” ifadesi geçmektedir. Kur’an burada yalnızca vakıayı tespit etmektedir. Zaten lafzın siğası meçhuldür. Herhangi bir emir yoktur. Rivayet olarak ezanı nakleden sahabe sayısı da birkaç kişidir. Şimdi dinde ezan olmayacak mıdır? Oysa ezan bir şiardır. Bunu nerden anlıyoruz? Ümmetin, Hz. Peygamber’den beri yaşattığı “uygulama”dan anlıyoruz. Kur’an’daki “nida”nın da bugüne kadar okunan ezan olduğunu tespit ediyoruz.
Cuma namazıyla ilgili Kur’an’da “Cuma günü namaza koşmak ve Allah’ın zikri” ifadesi dışında hiçbir sarahat yoktur. Cuma günü ne zaman hangi vakitte namaza koşulacağına dair bir açıklık yoktur. Bu vaktin öğle vakti olduğunu günümüze kadar gelen uygulamadan anlıyoruz. Bu “uygulama” olmazsa birinin cuma saatini ikindi veya akşama almasının önünde hiçbir engel yoktur. Ayrıca cuma namazı iki rekat olarak farzdır. Bunu da sünnete başvurmaksızın yaşamak mümkün değildir.
AYETTE KASTEDİLENİ RESULULLAH AÇIKLIYOR
Sadece Cuma namazı ile ilgili bu kadar örnek var. Bir örnek de “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman…” ifadesinde geçen “nida” ile ilgilidir. Nida, ezan demektir. Ezanla ilgili bunun dışında Kur’an’da en ufak bir işaret yoktur. Bu ifade de sadece namaza çağrılmayı beyan eder. Bunun nasıl olacağı ise kapalıdır. İşte sünnet bunun bugün okunmakta olan ezan olduğunu tâ Peygamber hayattayken ortaya koymuştur. Namaza böyle çağrılır. Bunun dışındaki herhangi bir çağırma bid’attir, istikametten sapmadır, sünnete muhalefettir. Hal böyle iken sünnet görmezlikten gelinerek amel edebilmek mümkün müdür?!
Ayetlerde zekat vermek, infak etmek, hatta ihtiyaç fazlasını vermek ifadeleri geçmektedir. O kadar ki, bugün zekat vermenin ihtiyaçtan fazlasını vermek olduğunu söyleyen türediler çıkmıştır. Elbette bir mü’min durumuna göre ihtiyaçtan fazlasını da verebilir. Bunda bir problem yok. Peki ihtiyaçtan fazlasını vermek farz mıdır? Hayır. Çünkü uygulamadan anlıyoruz ki, ihtiyaçtan fazlası verilmeyebilir.
Borç ayetinde Allah “Onu yazın” buyurur. (Bakara, 282) İlk anlaşılan emrin vucup ifade etmesidir. Ama bu emir, nedb/tavsiye emridir. Neden? Çünkü uygulama bunun böyle olduğunu göstermektedir. Mezhep imamları bu uygulamayı görmeseydi, ittifakla bunun mendup olduğunu söylemezlerdi.
Abdest ayetindeki (Maide, 6) ihtilaf malumdur. Ayakları yıkamak mı, meshetmek mi gerekir? Zahiren mesh bile ileri sürülebilir. Çünkü atıf en yakın yere olur. Bu, Şia’nın tercihidir. Ancak ehl-i sünnetin tercih ettiği okuyuşun da gramer açısından dayanakları vardır. Ayrıca hem sünnet hem de pek çok sahabe uygulaması ayakların yıkandığına delalet etmektedir. Kısaca Kur’an’a bakılsa net bir şey ortaya çıkmayacaktır. İşte ayetten kastedilenin ne olduğunu gösteren tek şey uygulamadır. Hz. Peygamber ve ashap ayaklarını yıkamıştır.
Yine abdest ayeti: “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalkacağınız zaman…” Buradan şayet sadece Kur’an dersek, her namaza kalkıldığında abdest almanın farz olduğu anlaşılır. Oysa Hz. Peygamber uygulamalarıyla birkaç abdestle birkaç vakit namaz kılmanın caiz olduğunu göstermiştir. (Buharî, Vudû, 57; Tirmizî, Taharet, 60) Bu, öyle bir kişinin haberi de değildir. Ümmetin, Peygamber’den tevarüs ettiği bir uygulamadır.
Kur’an’da “salat” kelimesi geçer. “Namazı ikame etme” emri vardır. Salat çeşitli anlamlarda kullanılan bir kelimedir. Namaz ve dua anlamlarına gelir. Bugün marjinal de olsa salatı dua manasına yoranlar vardır. Sadece Kur’an dersek salatı dua olarak yorumlamanın önünde bir engel olabilir mi? Efendim, namazın ruku ve secdesi var! Mümkün değil, diyebilirsiniz. Ama, hayır. Ruku ve secde Kur’an’da namaz ile ilgili geçmez. “Ruku edenlerle birlikte ruku edin!” Bunu nerede edeceğiz? Namazda böyle yapacağımıza dair bir açıklık var mı? Yok! Sadece “Namazı ikame edin” emri vardır. Diğer hususlar dağınıktır ve görünürde namazla alakaları yoktur. Bütün bunların çözümü sünnettedir, uygulamadadır. “Namazı ikame edin” emrinden maksat bugün kıldığımız namazdır. Ruku ve secde emirlerinden maksat bugün namazda yaptığımız ruku ve secdedir. Bunda en ufak bir tereddüt yok! Neden? Amelî tevatür böyle de ondan.
KİTAPTA OLMAYAN HÜKÜMLERİ GÖSTERİYOR
Kur’an’da namazda imamlık müessesesi yoktur. Aynı şekilde saf düzeni de yoktur. Amelî tevatürü dikkate almazsak namazımızı cemaatle nasıl eda edeceğiz? Efendim “Ruku edenlerle birlikte ruku edin!” ayeti var. Bu, cemaati ima ediyor. Evet, ediyor. Ama bu cemaatin illa bir imamı olması gerektiğini ima ediyor mu? Ayetin zahirine göre insanlar bir yerde toplanabilir ve namazlarını eda edebilir. İmam, şart değil! Ama böyle olmaz. Cemaatle namazda birinin öne geçmesi şart! Bunu da amelî tevatür olan sünnetten öğreniyoruz. Aynı şekilde saf düzenini de bu uygulamadan öğreniyoruz. Erkekler nasıl saf olacak? Kadınlar, çocuklar nasıl saf olacak? Sadece Kur’an dersek bunları aklımıza göre istediğimiz gibi düzenleriz. Kadınlar, pozitif ayırımcılık diyerek (!) erkeklerin önünde saf olmak isteyebilecektir. Hatta kadından imam dahi olabilecektir. Zaten bugün (Amine Vedud gibi) kadınları öne geçirmek isteyenler yok mu? İşte bütün bunları uygulamadan öğreniyoruz. Bu uygulamayı değiştirebilecek bir Allah’ın kulu da yoktur.
Kur’an’da sadece içkinin haram olduğu geçer. Ancak mesela satılmasının ne olduğu geçmez. Hz. Peygamber, haram bir maddeyi kullanan ile birlikte onu imal eden, taşıyan, satan, aracılığını ve sunumunu yapan kişilerin de aynı günaha girdiğini bildirmiştir (Ebû Dâvûd, Eşribe, 2; İbn Mâce, Eşribe, 6)
Yine Kur’an’da sadece faizin haram olduğu geçer, ama faizli bir işleme şahitlik veya katiplik yapılıp yapılmayacağı geçmez. Hz. Peygamber (sav), fâizi yiyene, yedirene, (sözleşmesini) yazana, şahidine lanet etti ve ‘Onlar eşittirler’ buyurdu.” (Müslim, Musakaat, 106; Tirmizî, Buyu, 2)
Sünnet olmazsa karşılaştığımızda birbirimize nasıl selam vereceğimizi bile bilemeyiz. Rabbimiz şöyle buyurur: “Size bir selâm verildiğinde ya daha güzeli ile veya dengi ile karşılık verin.” (Nisa, 86) Câhiliye devrinde de çeşitli sözlerle selâmlaşma yapılırdı: İmrân b. Husayn’dan: “Câhiliye döneminde bizler, ‘Allah, senin vasıtanla sevdiğin adamın gözünü aydın eylesin!’ ve ‘Hayırlı sabahlar’ diye selâm verirdik. İslâm gelince, bu şekilde selâm vermekten men edildik.” (Ebu Davud Edeb, 163) Sünnet, selâm vermeyi “Es-selâmü aleyküm” veya “Selâmün aleyküm”, almayı da “Aleykümü’s-selâm, Aleyküm selâm, ve Aleykümü’s-selâm ve rahmetullah ve berekâtüh” şeklinde belirledi.
Bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Kur’an’da “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan ulü’l-emre de…” (Nisa, 59) ayeti var. Ulü’l-emr’in Kur’an ve sünnetle çelişmeyen emirlerine uymak vaciptir. Peki soru şudur: Bu emirler vacip olacak, ama Resulullah’ın emirlerine uymaya sıra gelince Kur’an bize yeter denecek, öyle mi? Daha genel söyleyeyim: İnsanlar Kur’an’da olmayan hükümlerle alakalı aklını kullanıp hüküm verecek, ama hüküm vermede Resulullah söz konusu olunca, olmaz, Kur’an bize yeter denecek, öyle mi?
Bütün bunlar bize Kur’an’ı anlarken sünnetin, uygulamanın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Ben, namazla ilgili diğer meseleleri, oruç, kurban, zekat, hac, tesettür gibi konuları örnek vermedim. Bunları ve nicelerini de amelî tevatür çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Sonuç, sünnetsiz hayat mümkün değildir…