İslâm sanatı, ibadethâneleri ve etrafında teşkilatlanan arasta, medrese, hastane, aşevi vb. kompozisyonları tasarlarken “kul ve insan” hüviyetini layihanın mihrakına oturtur. Ne kadar mimarî aza varsa hepsini, varlığı müşerref kılan iki sıfat üzerinden, “ubudiyet ve âdemiyet” hududunda projelendirir.
İslâm sanatı, ibadethâneleri ve etrafında teşkilatlanan arasta, medrese, hastane, aşevi vb. kompozisyonları tasarlarken “kul ve insan” hüviyetini layihanın mihrakına oturtur. Ne kadar mimarî aza varsa hepsini, varlığı müşerref kılan iki sıfat üzerinden, “ubudiyet ve âdemiyet” hududunda projelendirir. İslâm, kimlik çatışmalarını, mevkice ve rütbece değer biçilen bütün düzgüleri yerle bir ederken; İslâm mimarîsi de tıpkı böyle, yalnızca bir temaşa hazzı ve şatafat kurgusu olmayıp; derûnu zenginleştiren bir anlayış yoludur. Modernizmin nezaketten uzak mimarisi kâinatı kırk yamalı ve imtizaçsız bir hantallığa evirir durur da; İslâm sanatının nazenin tabiatı, şahsiyet mimarîsi üzerinde sanatkârane bir iz bırakır.
UBUDİYET VE ÂDEMİYETİN TEZAHÜRÜ
Öyleyse et, deri ve kemik binamızı da ihtiva eden manevî mekânımız, özenli bir mimarî dokunuşa muhtaç. Ruh denilen bu mekân gözlerde bir intiba, kalplerde bir hissediş ve kâinatta bir iz olarak varlık sürer. Ve ona dair bütün dokunuşlar, kıyıların hasretini dindiren köprüler misali uzakları yakın eder. Mânâ şehirlerinde envaiçeşit köprü kurulur. Kimi uzak gönüllerin vuslatını temin eder kimi aykırı fikirlerin uçurumlarını emin adımlarla yakınlaştırır. Sevgidendir bu köprülerin taşıyıcı ayakları. Birbirine kenetlenmiş bağlar arasında uzayan yollar vefadan, nezaketten, merhamettendir.
Şekle, tasvire ve tezyine maharetle temas eden İslâm mimarisinin sesine de kulak vermek lazım. Minareler tevhidi zikrederken taç kapılar evrene aidiyeti anlatır durur. Cismani varlığın zayıflığını ve tevazuun insanı yeniden tesis eden gücünü de fısıldar bir yandan. Dinlemek lazım avluların uğultusunu, şadırvanların nevâsını. Bazen de sadece hissetmek lazım yolları kucaklayan kervansarayları, edep ve ahlâk mayalı medreseleri, aşevlerinin ‘alan eli’ yücelten görgüsünü. Tüm bunlar estetik heyecanlarla imar edilmiş lalettayin binalar, öylesine birbirine tutunan kesme taşlar ya da sâfi göz şenliği vaadeden girift süslemeler, ahşap ve taş oyma motifler değil. Coğrafyaya, ırka, kültüre ve çağa göre değişen ama her birinde vahdaniyetin, ubudiyetin ve âdemiyetin tezahürü olan İslâm mimarîsinin, aynı ilhamdan hareket edişi üzerine düşünmeli.
TEMELİ SARSILMAZ BİR ZEMİNE EMANET ETMEK
Sonra bu sanatkârane yaratılışın ve onunla aynı ritimde yol alışın içinde, bir soruya uğramalı akıl. Taşın, tuğlanın, ahşabın ve dahi yolların, şehirlerin rikkatle tesis edilişindeki sır, ruhun inşasında nasıl es geçilebilir? Ruh, Rabbin sırrı. Tüm sırlı bilgiler gibi, ruhun bütün bilinmezleri, zihni yetersiz kılan bütün kıvrımları, O’nun katında gizli. Fakat bir yandan da şah damarımızdan bile yakın olan Allahu Tealâ’nın âdeme bahşettiği en kudretli hissediş. Acıda, sevinçte, hüzünde, özlemde ve aşkta beden urbasının sözü geçmiyor. Ruhu varlıkta bunca baskın kılan da bize şah damarımızdan yakın olanın alamet-i kudreti. Pek tabii ukbâda ruhu tebessüm ettirebilmek için onu bu âlemde abad etmek gerekiyor. Müjde şu ki; gözün pasif kaldığı, aklın hudutlara takıldığı, ancak imanla sezdiğimiz ilahi sistem, ruhun en aşina olduğu alan. Hangi ibadet var ki sadece beden ve akıl melekesiyle yapılsın!
Bütün bunlar bizzat eyleme dahilken de onların hükümdarı ruh değil midir? İnsan secdeye baş koyarken münferit bir vücut azasıyla mı yol alır? Secdeye varışın en heveslisi ruh değil midir? Öyleyse ruhları yaratan ve onların maliki olan Allah’ın dini, ruh mimarisinin yegâne anahtarını da vermiş demektir. Kur’an’ı satırlarla değil de anlamlarla okumak ve emredilen güzergâhı şeritlere bölmeden ve yol ayrımlarına heba etmeden adımlamak, ruhun temelini sarsılmaz bir zemine emanet etmek demek. Sonra kat kat yükselmek için bütün hayırlara uğramak gerek.
KULLUK VE İNSANLIK CEVHERİ İLE BESLENMELİ
Ruhun odalarını, duvarlarını bir kündekâr nezaketiyle süslemek için yaratılmışları sevmek, gönül vermek ve el olmak gerek. Ruh binasının aydınlatmasında İslâm’ın derinlerine inmek, ilmin nûrundan feyz almak gerek. Sonra yağmura ve soğuğa karşı ruhun çatısını sağlam tutmalı. Öyle bir imanî şuura ermeli ki günahın, haramın ve kulluğa zeval getirecek bütün saldırıların üstesinden gelebilecek bir iman çatısı gerek. Hem bütün zorbalıklara direnebilecek kadar mukavemetli hem de seyredeni, bu iman aşkına buyur edecek raddede sanatlı, nezaketli olmalı. Her ruhun mimarîsi temelden çatıya yekpare; ama detaylarda şahsiyete dair dokunuşlarla birbirinden ayrılmalı. Kimi geniş avlularla çevrelemeli de içinde nice yetim gülüşü, nice muhtacın güvenle sığınışı saklanmalı. Kiminde kemerler, tonozlar ve revaklarla desteklenmiş bir sima ile, bakanı hoş tutmalı, gelip geçeni iman aşkına çağırmalı.
Hiç Allah’tan ayrı bir ruh inşası, hiç Hz. Muhammed’siz (sav) bir ruh tezyini düşünülebilir mi? Hiç Kur’an’sız bir temel, hiç imandan uzak huzurlu bir iç mekân var edilebilir mi? Ruhun mimarisinde İslâm’ı göz ardı etmek, yıkıldı yıkılacak şatafatlı kâşaneler inşa etmekten farksızdır. İslâm’sız ruhların süslü köşkleri sırçadan, beden duvarları incecik kumdan, taşıyıcı elemanları da söğüt dalındandır. Süslemesi şeytanî hazlardan, anlatısı dünyalık heveslerden ibarettir. Ruh mimarîsi, tıpkı camilerin, kervansarayların, medreselerin mimarisinde temelden çatıya, içten dışa, yapı unsurlarından süslemeye kadar her bir zerreye nakşedilmiş “kulluk ve insanlık” cevherinden beslenmeli!