ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ile başlayan süreç; ülke içindeki siyasi ve toplumsal karmaşa, insani kriz, muhtemel göç dalgaları, patlayan bombalar ile yaşanan can pazarı ve bölgedeki güç dengeleri itibarıyla dünya kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılıyor. Bu tartışmalara İslam’a ve Müslümanlara yönelik sinsice tezgahlanan bir İslam karşıtlığı da eşlik ediyor. Afganistan’daki gelişmeleri takip ederken, meseleye çarkları yeniden döndürülmeye başlanan İslamofobik algı operasyonları açısından da bakmak gerekiyor.
Küresel emperyalizm temsilcilerinin İslam ile dertlerinin temel sebebi aslında bizatihi İslam korkusudur. İslamofobi’nin bilinen karşılığından farklı olarak, bu korkunun temelinde küresel emperyalizmin sürdürülmesine yönelik en güçlü karşıt paradigmanın İslam oluşu yer alıyor. Teknolojik, ekonomik ve askeri donanımları seküler bir ontoloji ve menfaat üzere temellenen ve rasyonel bir yaklaşımla tasarruf etmeye başlayan Batı, artık dünyayı bir müdahale sahası olarak görmeye başlamıştır. Prof. Dr. İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi adlı kitabında şöyle der: “Bu yaklaşımın varlığa, tabiata ve son tahlilde diğer insanlara ve kültürlere karşı nasıl bir istiğna ve tekebbür tavrına yol açtığı aşikâr olsa gerek.”
Bu yaklaşım, başlarda baskıcı, ardından hegemonik bir yapı kazanan emperyalist süreci doğurmuş ve Batı’yı merkezileştiren ve besleyen bir uluslar arası statüko inşa etmiştir.
Bu yerleşik statükonun karşısına çıkabilecek iki temel meydan okuma vardır: Rusya, Çin ve Hindistan’ın teknoloji hamleleri ve İslam coğrafyasının kültürel direnişi…
İSLAM KORKUSU ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLEN SOSYOLOJİK SAVAŞ
Batı, kendilerini tehdit eden bu potansiyel meydan okumalara karşı çeşitli önleyici tedbirleri her daim aktif tutmaktadır. Ekonomik, askeri ve politik manevraların yanısıra en önemli mücadele sosyo-kültürel alanda gerçekleşmektedir. İslam coğrafyasına uygulanan sistematik müdahaleleri de bu açıdan analiz etmek önemlidir.
- Yusuf Çağlayan, Batılı güçlerin hedef ülkelerin toplumsal yapılarını ve iç ve dış siyaset dengelerini çıkarlarına uygun olarak dizayn eden söz konusu müdahalelerini “Sosyolojik Savaş” olarak kavramsallaştırmaktadır. Aynı isimli kitabında emperyalist hegemonyaya karşı set olabilecek jeopolitik gücün; kültür, nüfus ve coğrafya unsurları ile İslam toplumlarının elinde olduğunu vurgulayan Çağlayan, bu potansiyelin Batı’nın uluslar arası statükosu karşısındaki en büyük tehdit olduğunu belirtmektedir.
Ortadoğu, Afrika, Balkanlar, Kafkasya ve Asya toplumlarının ortak paydası olan İslam, Batı’nın küresel ölçekteki kültürel iktidarına doğrudan; askeri, ekonomik ve siyasi statükosuna ise dolaylı bir karşı paradigma niteliği taşımaktadır. İşte Batılı güçlerin İslam ve Müslümanlara yönelik “korkularının” ve biteviye mücadelelerinin temelinde İslam’ın jeo-kültüründen kaynaklanan bu jeopolitik potansiyeli vardır. İslamofobi endüstrisi ise tam bu noktada karşımıza çıkmaktadır. İslam’ın mezkûr potansiyelinin önünü kesmek isteyen emperyalist statüko güçleri, kendi İslam korkularını, İslam’ı çarpıtan bir İslamofobi stratejisine dönüştürmüştür.
ÇARPIK ALGI ÜRETEN İKİ ENDÜSTRİ: İSLAMOFOBİ VE MEDYA
- İslamofobi dünya kamuoyuna yöneltilen bir algı operasyonudur. Gerçek İslam’ın inanç, kültür, medeniyet ve hukuk gibi farklı boyutları olan gücünün üzeri, üretilen radikal örgütler ve olaylarla sistematik şekilde örtülmek suretiyle tek tipleştirilmiş bir İslam algısı hâkim kılınmaktadır. Böylece küresel kamuoyu- İslam toplumları da dâhil olmak üzere - doğrudan İslam ile değil, zihinlerinde oluşturulan çarpık İslam algısı ile meşgul ve manipüle edilmektedir. Dini görünümlü terör örgütlerinin de bu bağlamda bol malzeme sağlayan yapılar olduğunu söyleyebiliriz.
İslamofobi kavramı her ne kadar 11 Eylül saldırısı ile gündemimizde daha fazla yer almaya başlamış olsa da, aslında kadim bir zihinsel arka planın ürünüdür. Edward Said’in “Doğu’nun Doğululaştırılması” olarak tanımladığı oryantalizmde köklenen İslamofobik düşünce, Napolyon’un 1798’deki Mısır seferi sonrası üretilen yazılı metinlere kadar gitmektedir. Böylece Doğu ve elbette İslam kültür ve medeniyeti, Said’in ifadeleriyle bilgi yerine söylemle metinsel bir yeniden üretime tabi tutulmuştur. Medya araçlarının ve anlatım imkânlarının gelişimine paralel olarak Doğu ve İslam üzerine çok çeşitli ürünler ortaya konmuş olsa da yaklaşım biçimi aynı kalmaya devam etmiştir. Said; romanlarda, tarih kitaplarında, çizgi romanlarda, dizilerde, filmlerde ve hatta çocuk yapımlarında dahi İslam’ın tek taraflı bir tasvirle ele alındığını anlatır.
- Görüldüğü üzere medya sistemleri, emperyalist politikaların işletilmesinde en etkin araç olmuştur. Fransız yönetmen Jean Luc Godard’ın “Büyük İskender’in, Sezar’ın ve Napolyon’un yapamadığını, Hollywood sineması yapmış ve evreni ele geçirmiştir” sözü bu bağlamda oldukça düşündürücüdür.
Medya sistemleri iki temel niteliği ile diğer teknolojilerden farklı bir etki ve etkileşim gücüne sahiptir: Ürünlerinin soyut/sembolik oluşu ve gerçeği her defasında yeniden üretebilme imkânı… Bu nitelikler, medyayı insanın zihin ve duygu dünyasını hedefleyen bir bilinç endüstrisi kılmaktadır.
SIĞ VE TEK TİP ALGIYA MARUZ BIRAKILIYORUZ
Görsel iletişimle birlikte insanoğlu, bir “gerçeklik” illüzyonuyla muhatap hale gelmiştir. Batı merkezli küresel tekeller şeklinde faaliyet gösteren medya kuruluşları, ellerindeki bu manipülatif gücü iki yönlü kullanmaktadır. Bir yandan kendi kültürel iktidarını oluşturacak ideal bir imaj, diğer yandan dünya üzerindeki etkinliklerini meşrulaştırmak adına geri kalmış, kötü ve tehlikeli “ötekiler” inşa etmektedir. Bu temel zıtlık, birer stereotip şeklinde farklı medya ürünlerinde, farklı temalara uyarlanarak defaatle işlenmekte ve ötekileştirilen toplumların dahi kendilerini “öteki” olarak kabul etmelerini sağlayacak kadar etkin hale gelmiştir. Neticede medya- ekonomi- siyaset etkileşiminde, manipülasyon objesi birey ve kitleler olmaktadır.
- Sosyal medya ise hızlı ve daimî bir enformasyon akışı sağlayarak; gündeme taşıdığı kişiler, olaylar veya ülkelerle ilgili kasıtlı dezenformasyonların yapıldığı operasyonel araçlar haline gelmiştir. Neil Postman’ın televizyona ilişkin tespiti bugün sosyal medyada en üst seviyede yaşanmaktadır: Süreç, derinlemesine bir bilgi edinme değil, olsa olsa bir şeyleri duymuş olmaktan ibarettir. Bu durum insanları sığ ve tek tip bir algıya ve tepkisel bir duygu durumuna itmekte, farklı boyutlarıyla düşünmeyi engellemektedir.
Son dönemde medyanın bu dezenformatif ve manipülatif etki gücünün nesnesi ise çoğunlukla İslam, İslam coğrafyası ve Müslümanlar olmaktadır. Kadim İslam medeniyeti, medya ürünleri aracılığıyla sistematik olarak geri kalmışlık, barbarlık, kadınlara baskı, şiddet, terör ve cehalet temalarıyla özdeşleştirilmeye devam etmekte ve zihinlerde bu eksende ikonikleşen bir Müslüman ve İslam korkusu oluşturulmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından basılan “İslamofobi Endüstrisi” kitabında, medyada radikal örgütleri merkeze alarak üretilen söylemlerin amacının, bir yönüyle Müslümanlara yönelik kaygıları körüklemek ve somut bir korkuya dönüştürmek; diğer yönüyle ise İslam karşıtı eylemlere meşruiyet zemini sağlamak olduğu belirtilmektedir. Pakistanlı antropolog Akbar Ahmed’in “Tarihte hiçbir şey Müslümanları Batı medyası kadar tehdit etmemiştir” sözü bu süreci özetler niteliktedir.
- Afganistan ise on yıllardır maruz kaldığı emperyalist müdahalelerin geldiği son aşama ile gündemimize yerleşirken, bir yandan da İslamofobik söylemin yeniden yükselişe geçmesine yol açan gelişmelere sahne olmaktadır.
ÇARPIK VE İMAJİNATİF TEMSİL ACİLEN DÜZELTİLMELİ
Dünya bir kez daha küresel emperyalizmden kaynaklanan büyük bir insanlık dramına şahitlik etmesine rağmen küresel kamuoyunun algısı, İslamofobi endüstrisini besleyecek şekilde yönlendiriliyor.
- Kabil’in ele geçirilmesi ve ABD’nin geri çekilmesiyle birlikte Taliban mensuplarının şehirde sergiledikleri hal ve davranışlara ilişkin görüntüler hızla sosyal medyada dolayıma girdi. Taliban mensuplarının fiziksel görünümü, zihinsel arka planı ve silahla bütünleşmiş davranış biçimleri sanki hakiki İslam’ı ve tüm Müslümanları temsil ediyormuş gibi bir imaj oluşturuldu. Havalanan ABD uçağına tutunan sonrasında uçaktan düşen Afganların görüntüleri de benzer yorumlara tabi tutuldu. Canilik ve cahillik temalı yorumlarla demirlenen tüm bu görseller, Afgan halkının yıllarca maruz kaldığı zulümlerin önüne geçti.
Ardından Afgan kadınların tesettürü ve burkası aniden öne çıkan başlıklar haline geldi. Peşi sıra paylaşılan burkalı kadın görsellerine, yaşanan dramatik olayların anlatımı eşlik etti. Ülke bu haldeyken sanki tek sorun buymuş gibi, Taliban’ın kadınlara sosyal yaşamda tanıyacakları/tanımayacakları haklara ilişkin yaptığı açıklamalar da oldukça rağbet görüyor.
- Sürecin medyada bu yer alış biçimi, Wikileaks’in açıkladığı CIA raporlarını yeniden gündeme getirdi. Söz konusu raporda ABD işgalini mazur göstermek ve özellikle Batı toplumlarında feminizm odağındaki hassasiyetleri kışkırtarak ABD işgaline yönelik eleştirileri azaltmak için Afganistan gündeminin kadınlar ekseninde tartışılması gerektiği öneriliyordu. Bu önerinin bir “gündem koyma” operasyonu ile medyada sistematik şekilde uygulamaya sokulduğu açıkça görülüyor.
Nitekim Türkiye’de dahi tartışmalar bu algı yönetiminin etkisinde kaldı. Sosyal medyada dolayıma sokulan “burka” ikonu ekseninde kadınların mağduriyetine odaklı yayınlara, süreci farklı boyutlarıyla okuyamayan kullanıcılar tepkisel duygularıyla yaptıkları paylaşımlarla katkı sunmuş oldu. Afganistan’da on yıllardır yaşanan sistematik emperyalizmin yol açtığı siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel süreçler ve hali hazırdaki karmaşa göz ardı edilerek, süreç sığ bir “sekülerlik” tartışmasına indirgeniverdi. Ardından sahneye bombalarla çıkan DAEŞ, İslam ülkelerinin kurtulamadığı o korkunç imajı bir kez daha çiziverdi: terör, kan ve insanlık dramı…
- Görüldüğü üzere İslamofobi endüstrisinin çarkları bir kez daha döndürülmeye başlandı. Üstelik bu sefer sosyal medyanın başı çektiği dezenformatif ve manipülatif bir algı yönetimi süreci de söz konusu. Bu durum ABD’nin, her ne kadar sahada askeri bir hezimete uğramış olsa da, emperyal stratejilerini sürdürmeyi hedeflediğini bizlere açıkça gösteriyor. Yani ABD’nin Afganistan özelinde, İslam coğrafyası üzerindeki emperyalizminin sonuna değil, yeni bir süreci doğuracak son dönemecine şahitlik ediyoruz.
Peki, bu yeni İslamofobik atağa karşı ne yapılmalı? Öncelikli hamle, İslam’ın jeokültürel ve jeopolitik gücünü bizzat İslam coğrafyalarının idrak etmesini sağlamak olmalı... Ayrıca İslam’ın imajinatif ve çarpık temsilinin, Taliban ve türevleri yapıların elinden alınması ve İslam’ın doğruluğunu ve doğru İslam’ı anlatacak iletişim ağlarının kurulması ve etkin kullanımı önem ve aciliyet taşıyor.